Zürih'in çağrısı, Lozan'ın acısı ve o akşamın sırrı
Geçtiğimiz hafta Almanya ve İsviçre'ye yaptığımız seyahatin Zürih, Lozan ve Montrö ayağını kaleme alan -bizimle birlikte olmadığı halde- arkadaşlarımızdan aldığı maddî ve görsel bilgilerle ustaca yazan MTO Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov kardeşimin çağlaya çağlaya akan nefis yazısıyla sizi başbaşa bırakıyorum.
Güneş, Alplerin ardından utangaç bir tebessümle süzülürken Zürih bizi karşıladı. Sessizliğin zarafetiyle konuşan bir şehir gibiydi; yüksek sesle bağırmadan, dikkat çekmeden, kendini fark ettiren Mimarisinde sükûnetin, sokaklarında bir medeniyet terbiyesinin izleri vardı. Her taş, her yapı, geçmişin nezaketini fısıldıyordu. Sanki şehir değil de bir dua, bir yakarış hâlindeydi bu mekân.
Zürih'in kalbinden geçen Limmat nehri, adeta zamana şahitlik eden bir hikmet akıntısıydı. Gökyüzüyle konuşan kilise kuleleri, ama hepsinden daha derinde, bâtınî bir anlamla şehir, bizi bekliyordu. Burada bir yorgunluk yoktu. Burada, sanki tarih yorulmamıştı, insan kırılmamış, mekân incinmemişti. Tertemiz kaldırımları, su gibi berrak sokakları, nehirle hemhâl olmuş köprüleri ile şehir bize, "hoş geldiniz" dedi ama başka bir lisanda Kalbin diliyle
Ve biz Münih'ten Stuttgart'a, oradan Basel'e ve nihayet Zürih'e gelen bu medeniyet yolculuğunun son durağındaydık. Ama yolculuğun sonu değil, belki de asıl başlangıç noktasıydı burası. Çünkü o akşam, Zürih semalarında, belki yüzyıllardır yapılmayan bir şey yapıldı
Yusuf Hoca, bu yüksek maneviyatlı akşamda, otelin sade ama anlamlı bir köşesinde oturdu. Işıklar loştu, zaman durmuştu sanki. Ve orada, dünyanın dört bir yanındaki talebelerine bağlandı. Bir ekran açıldı, lakin ekrandan daha büyük bir âlem açıldı bizlere: Fütuhat-ı Medeniye dersi Sadece kelimeler değil, bir ruh, bir irfan, bir medeniyet nefesi yükseldi o akşam. Gözlerinde bir şehir okur gibi, Zürih'i, Avrupa'yı, insanı, geleceği, hilkati temaşa ediyordu.
Bir otel odasında başlayıp Zürih'in semasına yükselen o ders, gecenin içindeki sırra dönüştü. Fütuhat, artık sadece tarihî bir açılım değil, çağlar ötesinden gelen bir hatırlayış, bir silkiniş, bir ruh dirilişi oldu.
Zürih Sadece bir şehir değilmiş meğer. Bazen bir şehir, bir kalbin açılması kadar büyük olurmuş. Ve bazen bir ders, tarihin yeniden kurulması kadar kıymetli O gece, işte böyle bir geceydi. Sessiz, ama derin Dingin, ama kudretli
LOZAN'IN GÖLGESİNDE: TARİHİN YARASINA DOKUNMAK
Sabah erkendi. Zürih'in soğuk ve berrak sabahı, içimizdeki düşünceleri daha da diri kılmıştı. Sanki yola değil, bir tür iç muhasebeye çıkıyorduk. Arabaya bindiğimizde, Yusuf Hoca'nın gözleri uzak bir vadideki hatıralara takılmış gibiydi. Sessizdi. Ama o sessizlikte, kelimelerden daha fazla şey söylüyordu.
Yol, bizi Lozan'a getirdi. Bir göl kenarına kurulmuş bu şehrin yüzü aydınlık görünse de, biz bu aydınlık yüzün ardında bir kırılmanın, bir kopuşun izini arıyorduk.
Ve nihayet o otele vardık.
Otel
Tarihin ağzından çıkan bir cümle gibi duruyordu karşımızda. Giriş kapısından içeri adım attığımızda, vakit aniden ağırlaştı. Sanki duvarlar konuşacaktı. Sanki halılar, geçmişin ayak izlerini saklıyordu.
İşte o salon.
Lozan Anlaşması'nın imzalandığı yer.
Modern Türkiye'nin diplomatik tapusu diye sunulan, ama gerçekte koskoca bir imparatorluğun tasfiyesine tanıklık eden o masanın durduğu salon
Yusuf Hoca'nın gözleri donuklaştı. Uzun uzun baktı salonun tam ortasına. Ve dedi ki:
"Burada sadece imza atılmadı.
Bin yılın irfanı mühür altına alındı.
Mekke ile İstanbul'un, Kahire ile Endülüs'ün arasındaki derin bağ kesildi.
Bir bedenin ruhu çıkarıldı burada.
Geriye sadece şekil kaldı"
Salonda bir soğukluk vardı. O fizikî olmayan, ama iliklere kadar işleyen soğukluk
Diplomatik bir başarı diye yıllarca anlatılan şeyin, aslında tarihî bir vedaya dönüştüğü o an Biz orada bunu iliklerimize kadar hissettik.
O sırada duvarda asılı bir fotoğraf dikkat çekti: Bir masa, etrafında ciddi yüzlü adamlar. Gözlerinde bir gurur değil, daha çok bir görev duygusu. Ama masada olmayanlar daha önemliydi. Çünkü o masada İslam'ın sesi yoktu. O masada ümmetin yası yoktu. Ve belki de en önemlisi: o masada bir medeniyet mefkuresi yoktu.
Hoca içini çekti: "Lozan, sadece siyasî bir sınır anlaşması değil.
Bu, bir medeniyetin unutulma protokolüdür.
Ve bizim vazifemiz, unutulanı hatırlamak, unutturulanı yeniden dillendirmektir."
Lozan'dan çıktığımızda hava değişmişti. Aynı gökyüzü ama başka bir ruh hali
Bir yüzyıl önce terk edilen emaneti omuzlarımızda hissediyorduk. Ve Yusuf Hoca ile birlikte, yeniden hatırlama iradesini taşıyorduk.
Ama gün henüz tamamlanmamıştı.
Yolumuz biraz daha güneydeki Montrö'ye düşecekti.
Ve orada, başka bir hikâyenin, başka bir kapının önünde bekleyecektik
MONTRÖ'NÜN SESSİZLİĞİ
Lozan'dan ayrıldığımızda, havada ince bir hüzün vardı. Göl boyunca ilerlerken sessizliğe gömülmüştük. Bir tarihin üstüne kapanan kapağı kaldırmış, sayfaları yeniden okumuş gibiydik. Ama bu kitap henüz bitmemişti. Bir sonraki sayfa Montrö'de açılacaktı.
Montrö, gölün kucağında uyuyan bir kasaba gibi karşıladı bizi. Sessiz, sakin, çiçeklerle bezeli dar sokaklar Göz alabildiğine su ve yeşillik Ama biz o manzaranın ardında başka bir şey arıyorduk. Bir otelin kapısını.