Münih'te sessiz akan zamanın içinden: Yusuf Kaplan ve Medeniyet Mefkûresi

Hafta boyunca Münih'ten Zürih'e kadar uzun soluklu, Muharrem Kartancı Hocam, Selim Arslan ve Ayşe Akdağ kardeşimle, onun aracıyla ve fedakârlığıyla çok lezzetli bir yolculuk gerçekleştirdik.

Bu yolculuğa katılmayan MTO Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov kardeşim, bazı maddî bilgilerle gitmediği bir ziyareti muhteşem bir dille ve duyarlıkla kaleme aldı. Bugün sadece Münih bölümünü yayınlıyorum paylaşıyorum sizlerle



Münih... Yalnızca bir şehir değil; zamanın ince bir çizgi gibi aktığı, tarihin sanatla harmanlandığı ve kalbinize dokunan sessiz bir düşünce. İlk bakışta düzenli sokaklar, ağırbaşlı binalar, ihtişamlı meydanlar karşılar sizi. Fakat biraz durup baktığınızda, görünmeyen bir ruhun şehirde dolaştığını hissedersiniz-estetiğin, hafızanın ve derinliğin ruhu.


Gotik kulelerin gölgesine düşen serçelerin uçuşunda, insan kendini zamandan çekip alınmış bir fısıltının içinde bulur. Bazı kubbeler, göğe yükselirken sadece Hristiyan bir mabedi temsil etmez; aynı zamanda insanın arayışını, sonsuzlukla kurduğu sessiz diyaloğu da içinde taşır. Münih, ne yalnızca kiliselerin, müzelerin ve sarayların şehri, ne de sadece Batı'nın gürültülü modernliğini yansıtan bir yer.


Bir tramvayla biraz dışarı çıkarsanız, Minber'in diliyle konuşan başka bir yapının önünde bulursunuz kendinizi: Münih Merkez Camii. Beton duvarlar arasında kaybolmuş gibi görünse de, içeri girdiğinizde sessiz bir huzur karşılar sizi. Cemaate karışmış Türk, Arap, Boşnak simaları Her biri ayrı bir hikâye. Ama hepsinin alnında aynı secde izi, aynı hicret duygusu.


O an fark edersiniz ki, bu şehirde İslam, gürültüyle değil; vakar ile, kökleri derinlerde kalmış bir çınar gibi yaşıyor. Ne bağırıyor, ne susuyor. Sadece duruyor-ve varlığıyla konuşuyor. Modern sanatın soyut bağırışı bir yanda, cami avlusunda sessizce Kur'an okuyan bir gencin bakışında gizli anlamlar diğer yanda. Münih, bu iki dünyanın da şehri. Ne tamamen batılı, ne tamamen doğulu. Belki de bir geçit, belki de bir eşik.


İslam'ın Görünmez Dili

Münih'te İslam, yüksek sesle var olmuyor. Minareler göğe haykırmıyor, ezanlar meydanları doldurmuyor. Ama tam da bu sessizlikte bir dil doğuyor: Sabırdan, tevazudan ve sadelikten oluşan bir dil.


Caminin içine giriyorsunuz. Ayakkabınızı çıkarırken yavaşlıyorsunuz, adımınızın sesi bile fazla geliyor. İçerideki sessizlik, aslında bir konuşma: Allah'la, kendinle ve tarihle yapılan sessiz bir konuşma. Bir kenarda yaşlı bir adam zikir çekiyor; bir genç köşeye çekilmiş, dua ediyor. Aralarında bir fark yok. Çünkü burada herkes eşit; burası modernliğin hiyerarşisini bozan bir mekân. Betonun ortasında, maneviyatın açtığı bir pencere.


Burada İslam, gösterişin değil, derinliğin dini. Hicretin hâl diline dönüşmüş hâli. Göç etmiş ama kök salmış. Yalnız ama yalnızlıktan doğmuş bir hikmet gibi.


Sanatla İman Arasında Bir Yürüyüş

Soyut resimlerin, kavramsal heykellerin, geometrik biçimlerin arasında yürüyorsunuz. İlk başta anlamsız geliyor her şey. Ama sonra fark ediyorsunuz: Sanat, tıpkı içsel bir iman gibi, görünmeyeni anlatmaya çalışıyor. Biçimden çok hisle konuşuyor. O anda zihninizde bir cümle beliriyor: "Görünen şekiller, görünmeyeni aramak içindir."


İşte bu, tasavvufla sanatın kesiştiği yerdir belki de. Görünene değil, görünmeyene yönelmek. Formdan sıyrılıp öze ulaşmak. Bir dervişin semasında ne varsa, Kandinsky'nin renklerinde de bir benzeri var belki: Ruhun hareketi, arayışın ritmi.


Münih, bu yürüyüşü mümkün kılıyor. Hem Batı'nın iç dünyasını, hem İslam'ın dışa taşan maneviyatını gözlemleyebileceğiniz bir şehir. Bir müze ile bir camii arasında yürürken, aslında geçmiş ile geleceğin, iman ile estetiğin arasındaki köprüyü geçiyorsunuz.


Bir kafede otururken yan masada bir baba oğluna Almanca sesleniyor ama araya Türkçe kelimeler karışabilir. Diller arasında, aidiyetler arasında, kimlikler arasında bir geçiş yaşanıyor. Bu geçişte kaybolmak da mümkün, yeni bir benlik inşa etmek de.


Münih'te göç, sadece coğrafi bir hareket değil; içsel bir hicret. Bazen kaybolan bir kimlik, bazen yeniden doğan bir öz. Ve bu şehir, insanlara sadece barınma değil, düşünme ve yeniden şekillenme imkânı veriyor. Belki bu yüzden Münih, "medeniyetin sessiz laboratuvarı" gibi. Batı ile Doğu'nun, madde ile maneviyatın buluştuğu bir deneme tahtası.

Ve bazen düşünüyorum: Belki de yeni bir medeniyetin ayak sesleri, işte bu sessiz şehirlerde, bu karmaşık ama ahenkli ritimlerde başlıyor. Çünkü Münih, yalnızca bakılacak değil, hissedilecek bir şehir.


Yusuf Kaplan Hoca'nın seferi de işte böyle bir hissiyatla başlıyor. Havaalanında Batı ve Doğu anlayışlarının ve ayrılıklarının, vahdet ikliminde eridiği bir buluşma. Sanki Mevlânâ'nın semasının rüzgârı Münih semalarında dolaşıyor. Şehrin mimari dilinin öncesi kütüphaneler. Yusuf Hoca, Muharrem Ağabey ve gönül dostları bir kitapçıda Her tarafı kitaplarla dolu raflar sarmalamış. Belki bu kitaplar Alman ruhunu, belki dehasını, belki de Avrupa'nın zekâsını anlatıyor. Ama kim bilir; belki de tüm Avrupa'nın madde-mânâ bunalımı, bu dergilerin ve gazetelerin satır aralarına gizlenmiştir. Yusuf Hoca'nın kitaplara ve dergilere göz gezdirişi, sadece bir ilgi değil; meselelere vukufiyetinin, sahayı içerden kavrayışının işaretidir.


Almanya'ya inen medeniyet yolcularını, havaalanında yaz güneşinin sıcaklığı karşıladı. Kalplerin taşıdığı manevi sıcaklıkla birleşen bu ışık, ruhlarda şükrün tatlı rüzgârını estirdi. Adım adım şehirde ilerlemek, yalnızca bedenin yürüyüşü değildir. Bu yürüyüş, İstanbul'un bağrında yoğrulmuş İslam ruhunun Münih topraklarına düşen tohumlarına benzer. Zira bu topraklarda İslam güneşinin doğuşu yakındır... Ve bu doğuş, kuru sloganlarla değil, derin bir medeniyet mefkûresiyle gerçekleşecektir.