Merdivenlerden hafızaya, ruhu olan bir müze: Aydın Adnan Menderes Müzesi (2)

Aydın'da Aydın Menderes Müzesi ile ilgili MTO Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey kardeşimin yazdığı zihin ve ufuk açıcı, şiir gibi akan yazısının ikinci bölümünü paylaşıyorum sizlerle. Güzel bir pazar yazısı bu. Keyifli okumalar…

***

Aydın Menderes Müzesi'nin kapısından içeri adım atarken, ayak seslerimizin taş zeminde yankılanışı bile bir anlatıya dönüştü. İçeride serin olmayan bir hava, yer yer yükselen bir ışık, kimi vitrinin üstünde bir açıklama, kimi fotoğrafın kenarında sanki kulak kabartan bir sessizlik…

Aramızda dolaşan görevlilerin nezaketi, mekânın canlı olduğunu fısıldayan o tipik koku, hafifçe cilalı bir ahşapla taşın birbirine yaslandığı bir düzen. İçimde, "Bu defa hızlı yürümeyeceğim," diye geçirdim. Bir müze, hızlı bakana en çok fotoğrafı gösterir, yavaş bakana ise hikâyeyi. Gözlerim önce duvarların çizgisine, sonra vitrinlerin yüksekliklerine, ardından açıklama metinlerinin diline takıldı ama kulağım hep Bircan Hanım'daydı. Bir mesafe, bir ölçü, bir tanıklık etiği gözetilmişti. Bu da iyi geldi; zira bir anlatının etkileyici olması için bağırması gerekmez, bazen en sarsıcı söz, en sakin sesle söylenir.

Bircan Hanım, kalabalığın ritmini sezerek bizi giriş bölümünün uygun bir noktasında kısa bir daire içine aldı; "Birazdan içeride farklı bölümlere geçeceğiz," dedi, "ama önce şunu bilmenizi isterim: Bu mekân hem Adnan Menderes'in şahsî hikâyesini hem de bu ülkenin demokrasiyle kurduğu kırılgan ama ısrarlı ilişkinin izlerini taşır; gezerken bir vitrinde bir çocuğu, bir diğerinde bir devleti, bir başkasında ise bir milletin hafızasını göreceksiniz."

Bu cümle, içimdeki yürüyüşü bir yol haritasına çevirdi. Ben de tam bunu arıyordum. Bir hayat hikâyesiyle bir ülkenin hikâyesini yan yana, hatta iç içe okuyabilmek. Bir müzeyi müze yapan şey, sergilediği eşyalar kadar, o eşyaların birbirleriyle kurduğu diyalogdur. Burada o diyalog, daha ilk dakikada kulağıma değmişti.

Giriş salonunun sağ tarafında bir açıklık, solda ilkinin nüvesini veren bir zaman çizgisi, karşıda ise ziyaretçiyi içeri davet eden bir geçiş alanı… Ben, kalabalığın biraz gerisinde, eşiğin soğukkanlılığına tutunarak, gözlerimi kısıp uzaktaki bir vitrinin camına vuran ışığa baktım; o ışıltının arkasında, birazdan karşılaşacağımı bildiğim bir hikâyenin ilk kıvılcımı yanıp sönüyordu. Buraya gelirken kafamda bir sürü soru vardı. Bazısı tarihî, bazısı kişisel, bazısı da belki ikisinin arasında bir yerde.

"Bir liderin gerçek mirası nedir" mesela; yollar, barajlar, meclis tutanakları mı, yoksa bir halkın kalbinde bıraktığı iz mi Bu soruyu kendime kaç defa sorduğumu hatırlamıyorum; fakat kapı eşiğinde bir görevlinin nezaketle uzattığı küçük broşürü alırken, cümlenin cevabının nesnel bir listeden ziyade, içten içe büyüyen bir tanıklık olduğunu daha iyi anladım.

İçerideki, havanın sıcaklığıyla, kalbimin sıcaklığı da artıyordu. Bu, tuhaf biçimde huzur vericiydi. Başımı kaldırıp tavanın taşıyıcı çizgilerine baktım; taşın taşıdığı taş, anlamın taşıdığı anlam…

Mekânın dili, bize taş üzerinden sabrı, cam üzerinden kırılganlığı, ahşap üzerinden köklülüğü fısıldıyor gibiydi. "Ruhu olan müze," ifadesi, bir slogan olmaktan çıkıp bir deneyime dönüşüyor, adımlarımın ritmine karışıyordu.

Bircan Hanım, kapıdaki ilk sözün ardından geri çekilip bizi serbest bırakmadı; usul ve sakin sesiyle bizi kendi ritmimizde gezdirdi. Bu önemliydi: İnsan, bir şeyi kendi ritminde ve kendi niyetiyle gezerse, gördükleriyle kurduğu ilişki daha sahici olur. Bir rehberin varlığı, bazen gereğinden fazla anlam yükler; oysa burada, kapıdaki karşılamanın ölçülü sıcaklığından sonra, rehberin sesi ziyaretçinin kendi sesine dönmesini teşvik ediyordu.

İlk açıklama panosuna yönelirken, bir anlığına geriye, merdivenlerin başladığı yöne doğru dönüp baktım; taşın griliği, gölgelerin çizgisi, vadinin yumuşak yeşili… "Az önceki tırmanış," dedim içimden, "bir anlamın ikna oluşuydu." Bazen bir mekân, varlığıyla size şunu söyler: "Burada olmanın bedeli, içeri girerken dışarıda bıraktığın aceledir." Acelemi kapıda bıraktım. İçeri, yavaşlığın terbiyesiyle girdim. Artık anlıyordum ki, bu müzenin bana söyleyeceği şeyler, yavaş bir bakışın, hatta durup susmanın payını artırdığı bir dinlemenin meyvesi olacaktı.