Bu yılki MTO kamplarımıza dair bir fikir oluşturacak yazılar yayınladım. Türkiye'de benzeri olmayan bir akademik kalite ve entelektüel derinlik ortaya konan, üstelik de üç kuşağın aynı anda katıldığı ve katkı verdiği çok leziz kamplar oldu. Makale sunumları, müzakereler, şiir ve tiyatro geceleri ve seyahatler… Ruhun kanatlandığı, kardeşliğin lezzetinin herkesçe yaşandığı bu güzel kampların bir parçası olarak seyahatlerimizi de sizlerle paylaşmak isterim.
Aydın'da Adnan Menderes Müzesi'ne gittik. Ne kadar zorluklarla açılmış, ne kadar ürpertici engellerle karşılaşmış müzenin inşası ve açılışı!
Müzeyi müzenin görevlisi Bircan Kayacan Hoca gezdirdi. Müzenin beyni, mimarı o aynı zamanda. "Çağdaş bir müze ve ruh dolu bir müze". Yola çıkarken hedefleri buymuş. Müzeyi gezdirirken her bölümü adeta yaşarcasına anlatıyordu Bircan Hoca. Tarih bilinci olan ve çağa bir şey söyleme kaygısı güden bir güzel insanla karşılaşınca çok sevindim.
Müzeyle ilgili MTO Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey kardeşim, bir kitapçık boyutunda nefis bir yazı yazdı. Bu yazının ilk bölümünü paylaşıyorum sizlerle.
Rektör Bülent Kent hocamıza, Ayhan Duman, İsmail Hakkı Bey ve Özkan Bilgin kardeşlerime kampımıza verdikleri güzel destek ve gösterdikleri ev sahipliği için yürekten teşekkür ediyorum.
***
Aydın'ın son yaz sıcaklığı, Çine Çayı'nın kıyısında usul usul esen o hafif rüzgârla birlikte tenime değdikçe, içimde nedensiz bir dinginlik ve aynı anda açıklayamadığım bir gerilim büyüyordu. Birazdan karşıma çıkacak şey, yalnızca yeni yapılmış bir müzenin serin taş duvarları olmayacaktı. Üzerime yıllardır çökmüş suskunluğun çözülmesi, içimde ertelemeden konuşmak isteyen bir yerin dile gelmesiydi.
Yol arkadaşlarımın neşeli cümleleri, ara ara şakalaşmaları, bir kampın bitimine yaklaşmanın huzuruyla birleşen hafif yorgunlukları… Bütün bunlar kulağıma gelirken ben, yokuşun başında içimde başka bir sese kulak veriyordum: "Bu yürüyüş, nereye varırsa varsın, seni sen yapan bir eşiği gösterecek." Müzeye yaklaşan yol, kıvrıla kıvrıla ilerliyor, her kıvrımda vadinin rengi biraz daha açılıyor, çayın suyu biraz daha görünür, taşlar biraz daha belirgin hale geliyordu. Ben de her adımda, görmenin ve hatırlamanın birbirine karıştığı o ince çizgide, kendi içimde uzun süredir kapalı tuttuğum bir menfeze doğru ilerliyordum.
Merdivenlerin ilk basamağında durup nefesimi dinledim. Çok yükselmeye niyetli, ama her yükselişte derinleşmeyi şart koşan bir ritim; kalbim, bu ritmi bir yerlerden hatırlıyor gibiydi. Belki de biz, bu topraklarda hikâyelerimizi hep merdivenlere benzeterek büyüdük. Her basamak bir çocukluk, bir gençlik, bir umut, bir kırılma… İlk adımı attım, sonra bir adım daha; taşlar birbirini takip etti, gölgeler uzadı, göğün mavisi dar bir çerçeveden geniş bir tabloya dönüştü. Yukarı çıkarken kimse bize bir şey anlatmıyordu. Rehberlik eden bir ses yoktu, bu iyi geldi. Kendi kendime kaldığım bu tırmanışta, eşyaların ve isimlerin bizi mecbur bıraktığı dışa dönük anlatıdan sıyrılıp, içimdeki sessiz anlatıya eğilebildim. Bir bakıma, müzeye varmak için merdiven çıkmıyor, kendime varmak için yükseliyordum. Taşın sertliği ayak tabanımdan ruhuma doğru tırmanıyor, bu sertlik bana kırılmadan, sızlanmadan, ama acele etmeden yürümeyi öğütlüyordu.
Basamaklar arttıkça, nefesim hızlandı. Bu hızda farkındalığın payı vardı. Her adımın bende uyandırdığı duygu, sanki her basamakta geçmişimden bir parça, bugünümden bir ayrıntı, yarınımdan bir ihtimal birleşiyor, geriye bakınca üzerlerinden geçtiğim gölgeleri de seçebiliyordum. Kendi kendime, "İyi ki bu merdivenleri sessiz çıkıyorum," dedim. Bir şeyin anlamı biz ona doğru yürürken belirginleşiyordu. Bir yere ilişkin en doğru yargı, o yerin tepesine varınca değil, o tepeye tırmanırken kurulur; adımların, taşların, nefesin, terin ve ara ara sakındığın bakışların arasında, yere dair bir hüküm yavaş yavaş kalbinde kararır. Bu yolun bana öğrettiği ilk şey buydu: Hafıza, varılan yerden çok, varma biçiminin kendisidir.
Tepeye yaklaştıkça, vadi geride bir resim gibi kaldı; rüzgârda çalınan ince bir sazın tınısı misali, Çine Çayı'nın sesi, merdivenlerin taş sertliğine yumuşak bir eşlik ediyordu. Zirve denen şeyin aslında bir eşiğe dönüştüğünü orada anladım. Yol bittiğinde başlaması gereken şey, yürüyenin niyetiydi. Ve nihayet kapıya geldik. Genişçe bir saçak, gölgelik bir alan, insanı önce serinliğin sonra sözün içine alan bir eşik. Tam orada, kapının eşiğinde, bizi güler yüzlü bir hanımefendi karşıladı. Adını biraz sonra öğrenecektik: Bircan Hanım. Karşımızda bu mekânın diliyle hemhâl olmuş, yüzünde müzenin anlatmak istediği hikâyenin huzuru ve ciddiyeti birlikte duran bir yüz; "Hoş geldiniz," dedi, sanki bir hafıza ocağının kapısını aralıyordu.