İlimden irfana, irfandan hikmete: Dijital Nizamiye'de beş yıllık talebelik muhasebesi

Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) beş yaşını doldurdu. Akıl, kalp ve ruh'u aynı anda harekete geçiren, önümüzü açacak öncü kuşakları hazırlayan, adam yetiştirecek adamları yetiştiren çağdaş Enderunumuz olacak bir okul. Dijital Nizamiye'miz MTO.

MTO'da yeni dönem başvuruları başladı. İki ay sürecek bir başvuru sürecine girdik. MTO'ya başvuruların kabul edilmesinin iki şartı var: 100 Kitap Listesi'nin ilk 20 kitabını okumak ve okumaları 4 Renkli Kurşun Kalemle Okuma Tekniği ile yapmak.

MTO'nun ne anlam ifade ettiğini MTO'nun en parlak isimlerinden Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey kardeşimiz yazdı. Ama ne yazış öyle!

Birkaç yazıda bu yazıyı paylaşacağım. Zihin açıcı okumalar.

***

Beş yıldır bu yolun talebesiyim; öyle bir yol ki, insanın zihnini, kalbini ve ruhunuaynı anda eğitiyor. İlk adımı attığımda elimde kitaplar, gözümde umutlar, içimde ise hem merak hem de tedirginlik vardı. Biliyordum ki, ilim bana sadece bilgi sunmayacak; hayatımı yeniden kuracak, düşünce ufkumu genişletecek, ruhuma da yeni bir derinlik kazandıracaktı. O gün bugündür, her kitapla birlikte biraz daha büyüdüm, biraz daha sarsıldım, biraz daha olgunlaştım. İlk günlerde okuduğum cümleleri anlamakta zorlandığım zamanlar oldu; ama sonra fark ettim ki, o cümleler aslında benim içimdeki boşluklara değiyor, kalbimin karanlık odalarını aydınlatıyordu. Benim için bu yolculuk, bir okuma serüveni, bir medreseye kapanmış gibi yıllar süren bir talim oldu.

İlk derste Yusuf Kaplan Hocamız'ın üstüne basa basa bahsettiği üç temel kavram vardı. Mekke / ilim: bana öğreten, Medine / irfan: gönlüme işleten, Medeniyet / hikmet: ufkumu açan, hayatıma birer işaret taşı gibi yerleşti. İlim, aklıma yön veren bir ışık oldu; irfan, kalbimi terbiye eden bir şefkat; hikmet ise ruhumun ufkunu genişleten bir ufuk. İlk yıllarda okuduğum Sezai Karakoç'un İslâm'ın Dirilişi kitabı, bana bir düşünürün çağrısını, diriliş manifestosunu sundu. O sayfalarda gördüğüm şey, imanla yoğrulmuş bir gençliğin inşasıydı. Necip Fazıl'ın İdeolocya Örgüsü ise kafamda dağınık duran düşünceleri bir araya toplayan, onlara bir sistem ruhu kazandıran ilk metin oldu. Onun öfkeli ama derin cümlelerinde, hakikate giden yolun bir inat, bir direniş, bir örgü olduğunu öğrendim.

Sonra Cemil Meriç'in Bu Ülke'siyle karşılaştım. O kitap bana baktığım şeyin aslında sadece bir coğrafya olmadığını gösterdi; bir ülke, bir tarih, bir dil, bir kültür, bir ruh demekti. Meriç, bana bakışın önemini öğretti. İnsan bazen dünyayı başkasının gözünden görür; işte o an, kendi ülkesine, kendi geçmişine yabancılaşır. Bu yabancılaşmayı fark ettiğimde, ilmin hem öğrenmek hem ait olmak demek olduğunu kavradım.

Mustafa Kutlu'nun hikâyeleri ise bana başka bir şey öğretti: ilim, sokakta yürüyen adamın, köyde sabah namazına kalkan annenin, tren yolculuğunda yanına oturan yolcunun da hikâyesinde vardır. Uzun Hikâye'yi okurken, bir insanın gurbet içinde taşıdığı değerlerin nasıl canlı kalabildiğini gördüm. Kutlu bana ilmin aslında hayatın içinde saklı olduğunu fısıldadı; kütüphanelerde, evlerin avlularında, tarlaların kenarında, çocukların gülüşünde ilim vardı.

Bu kitaplarla birlikte, Mekke'nin bana sunduğu "ilim" kavramı ete kemiğe bürünmeye başladı. Âlimlerin izinde bilmek, zihnin asıllarına nüfuz etmek, aklı kullanmak, tevarüs edilmiş bir mirası öğrenmek demekti. Ama aynı zamanda bu ilmin, tenzih ile temizlenmiş bir akideye bağlanması gerekiyordu. Ben basireti ilk defa o satırlarda hissettim: bir şeye sadece bakmakla yetinmeyip, onun arkasındaki anlamı görme yetisi. Epistemoloji kelimesini ilk defa duyduğumda soğuk bir akademik terim gibi gelmişti, ama sonra anladım ki, epistemoloji aslında "bilmenin hakikatini bilmek"tir. İşte bu yüzden Mekke bana bilginin izzetini ve celâlini öğretti.