Big Brother is not dead! (Büyük birader, ölmedi)

İsviçre Diyanet Vakfı'nın düzenlediği I. Kitap Fuarı'na MTO'muzun iki parlak asistan talebesi kardeşimizi de götürmüştüm yanımda: Yusuf Karaburçak ve Ahmet Arif Kutlu. Ahmet Arif, bugün bize Rheinfelden şehri üzerinden mukayeseli bir medeniyet okuması yapıyor ve yaşadığımız medeniyet krizinin ne kadar trajik boyutlara sahip olduğunu mekân tasavvurumuzun hunharca ve barbarca yok edilmesi travması üzerinden gözler önüne seriyor.

Nefis bir yazı bu. Arkası gelecek... Basel ve Zürih izlenimlerimiz de var. Zürih'i MTO İsviçre temsilcimiz Levent Cihangir Hocam, asistan kardeşlerimiz ve fuara

Hollanda'dan gelen MTO Hollanda ekibimizin en çalışkan üyeleri İbrahim Millet ve değerli eşi Leyla Hanım kardeşimizle beraber gezdik, yüksek sesle konuştuk ve tartıştık Zürih'le!

Sizi Ahmet Arif'in nefis ve zihin açıcı metniyle başbaşa bırakıyorum. Keyifli ve Foucault'nun ifadesiyle "düşünmeye-kışkırtıcı" okumalar

İsviçre'de Rheinfelden'deyiz. Ren Nehri'nin yamacında adımlıyoruz... Kiliseden çan sesi yükseliyor. Bu kasabada her bina mimarisiyle kilise olmaya aday. Kolektif aklını inşa edebilmiş İsviçre'nin, köşebaşlarında şâheser gibi yükselen duvarları boynumun urganlara vurukluğunu hatırlattı. Kasaba, kahramanca hürriyetini savuruyor gözlerime. Ensemdeki katilin adını okuyorum hüviyetinde. Ben, ilk kez hür bir şehir görüyorum hayatımda. Öyleyse közümden nazariyatlar doğurup bir kılıç çalacağım Alpler'in doruğuna. Yapılabilecek bir bu kaldı elimde. Her sokak ve ayrıntı itinayla çizilmiş bir tabloyu andırıyor. Elimdeki telefonla sonu kilisede biten bir sokağın videosunu alırken Yusuf Kaplan hocamın "Bütün yollar kiliseye çıkar, kilise ise, çıkmaz sokaktır'' sözleri giriyor kayda. Kilise, kime çıkmaz sokaktır Ve biz muhatabı mıyız bu hikayenin'' diye soramadığı için birileri, bugün bir distopyanın beşiğinde onulmaz yaraları onarmakla mükellefiz. "Başını örten kızlar felsefe bilmelidir'' demişti İsmet Özel. "Eli mazbatalı adamlar felsefe bilmelidir ve bilseydi keşke'' diye ekliyorum. Kaidelerini aşırdığımız, hukukunu devşirdiğimiz (doğrusu hukukun bizi devşirdiği) bu toprakların hangi hikâyesine ortaktık ki, neticesinden nemalanmak düştü aklınızaNe kilisenin otoritesi vardı heybemde, ne terakkiye mâni bir çan sesi, ne de papazın günah çıkarma defterleri. Ne hikmetse bir soğuk algınlığımda, "laiklik'' kemoterapisi konuverdi reçeteme. Oysa bir antibiyotik alsam hastalık geçerdi. Eli mazbatalı adamlar öldürdü, mazbatayı veren beni. Elbette "laiklik'' örneği meselenin anlaşılması için açtığım basit bir misal, zira mevzu daha küllî. Ömrümce anlatılan Batı masalları her dönemeçte bir bir çöküyor. Belediye binasına girdik kasabanın. Sütunları en koyu Katolik kesilmiş, heykeller "ben bir rahibin elinden çıktım'' diye bağırıyor. Kentin her duvarında bir Meryem ve İsa; mozaiklerde "Big brother is watching you'' değilse de artık ''You are watching big brother'' Büyük biraderi izliyorsun. Bu şehrin hangi çatısından damlıyor kurumsal bir sekülerlik Doğrusu neydi ki bu kavramın muhtevası Henüz tartışmadan bunu, nakliye şirketleri kurup tonlarca fikri başımıza hercümerç ettik. Sonra biri Darülfünûn'un girişindeki tuğraları söktü, öteki arşivlerimi Marmara'nın suyuna bocaladı, çeşmelerden izim silindi, sokaklarım kurakladı. Çünkü "Bigbrother, is not dead'' "Büyük birader, ölmedi'' Bir şehrin vaz' ettiği aklı, nüanslarında yakalarız. Girişinde "Johanniterkommende'' yazan tarihî bir binanın ve bahçesinin önündeyiz. Doğrusu burada çoğu bina tarihî. Fakat insanlar tarihe hapsetmeyip bugüne taşıyor şehrin kadimliğini. Ben ise Süleymaniye'ye girdiğimde 16. asrın İstanbul'unu solumaktan memnun olurum. En nadide şehirlerim ölü bedenlerle kaplı birer açık hava müzesi. Zamanı çürümüş ve mekanı yitmiş bir donuklukla dilimden konuşmuyor ne Fatih ne de Mihrimahlar, dillerinden konuşmuyorum. Oysa onlar anlıyor Johanniterkommende'nin vaz' ettiği aklı. Şövalyelerin sesi hâlâ tozu toprağa katıyor yere uzanan çatıların gölgesinde. Kasabanın kimliğini müdafaa eden bir şato. Bendeyse kasabamdan müdâfaa ettiğim saraylar var şehrimde. Yusuf Kaplan hocam, Yusuf Karaburçak ve Rheinfelden Camii imamı Mehmet hoca ile kasabayı dolaşmaya devam ediyoruz. Yusuf Hoca, bu mezkûr binanın önünde bir anekdot geçiyor. Bense bir yangın musluğuna bakakalıyorum, tüm sesler kısılıyor. Bir yangın musluğu, ancak bu kadar nadide ve bütüncül tasarlanır. Şatoların anlattığı hikaye, frekansı bozulmadan devam ediyor estetiğinde. Zorâki kazanılacak bir haslet değil bu. Görme biçiminin kendisi. Kimse çıkıp dememiştir ki bu yangın musluğunu biraz süslü, şuradan çıkıntılı ve bu yandan da ihtişamlı tasarlayalım. Bu, zerreden kürreye şehrin insanının dünyayı görme biçiminin neticesi. Sinan Süleymaniye'yi kurarken dehlizlerden yeni bir mantık çıkarmadı, yahut yeni bir kurgu. Gördüğü buydu ve gördüğünü kurdu. Ben bir Selimiye inşa edemem zira Sinan neyi görüyordu bilmiyorum. Kendimden uzağım. Bir Cürcânî gibi düşünmeyi, Fuzûlî gibi söylemeyi bilmiyorum. Gazali'ye gitmiyor fikir silsilem, o halkanın mensubu değilim. Koparıldım ve başka bir soyağacına nakledildim. Ben hâlâ Descartes'ın aklıyla algılıyorum gerçekliği. Damarlarımda da Rousseau ve Kant geziyorsa, demek ki damarlarımı keseceğim. Arındıramadığım çok fikir, kuramadığım çok cümle var. Çünkü "Big Brother is not dead''!