Dünya ekonomisinin üzerine son yıllarda hiç eksik olmayan bir sis bulutu çökmüş durumda. Bir yandan büyüme oranları yavaşlıyor, diğer yandan enflasyon hâlâ tam anlamıyla dizginlenmiş değil. Tedarik zincirleri kırılgan, ticaret savaşları yeniden belirginleşiyor, merkez bankaları ise eskiye kıyasla çok daha sınırlı bir manevra alanıyla mücadele ediyor. Ekonominin pusulası şaşmış gibi ve her ülke kendi başının çaresine bakmanın yollarını arıyor. Aslında mesele sadece büyüme oranlarının düşmesi değil; küresel ekonomik düzenin dokusunda belirgin biçimde artan bir belirsizlik var. Bu belirsizlik aynı anda hem ekonomik hem politik hem de jeopolitik kaynaklardan besleniyor.
OECD'nin son tahminlerine göre küresel büyüme 2025 ve 2026 yıllarında kademeli olarak yavaşlayacak. Bu, tek başına dramatik bir tablo değil; dünya zaten uzun süredir "yumuşak iniş" hayaliyle yaşıyor. Fakat asıl meseleyi çarpıcı kılan, büyümenin yavaşlamasıyla eş zamanlı olarak politika riskinin, dış ticaret gerilimlerinin ve finansal dalgalanmaların artıyor olması. Ekonomik aktivite yavaşlıyor ama belirsizlik hızlanıyor. Bir başka deyişle, sorun rakamlardan çok ruh hâlinde.
Bugün küresel ekonomiye yön veren en güçlü etkenlerden biri ticaret politikalarındaki oynaklık. ABD başta olmak üzere büyük ekonomiler, tarifeleri ve kısıtlamaları birer diplomatik koz olarak kullanmaktan çekinmiyor. 2010'larda hâkim olan "küreselleşme iyidir" anlayışı, yerini "kritik sektörlerimizi korumalıyız" öğretisine bıraktı. Tedarik zincirleri daha yerelleşmiş, daha parçalı, daha pahalı ve daha kırılgan bir yapıya evriliyor. Bu eğilim sadece üretim maliyetlerini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda geleceğe dair öngörü geliştirmeyi de zorlaştırıyor. Küresel ticaretin ruhu olan öngörülebilirlik, tarihinin en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor.
Belirsizliği artıran ikinci büyük kanal ise jeopolitik riskler. Rusya-Ukrayna savaşı, Çin-Tayvan gerilimleri, Orta Doğu'daki istikrarsızlık, enerji maliyetlerinin dalgalanması ve dünya çapında yükselen popülizm… Liste uzayıp gidiyor. Ekonomik kararların politik gelişmelere bu denli bağlı hale gelmesi, yatırımcı davranışlarında "bekle-gör" eğilimini güçlendiriyor. Buna OECD'nin de altını çizdiği zayıf yatırım iştahını eklediğimizde orta vadede büyümeyi aşındıran daha derin bir soruna işaret ediyoruz: kaybedilen potansiyel.
Finansal koşullar da tabloyu kolaylaştırmak yerine karmaşıklaştırıyor. On yıllardır görülmemiş düzeylerdeki kamu borçları, merkez bankalarının hâlâ tam olarak çözemediği enflasyon sıkıntısı, yüksek faiz ortamı ve gelişmekte olan ülkelerde artan kur baskıları… Her biri ayrı ayrı baş edilmesi zor meseleler. Bir araya geldiklerinde ise hem piyasalarda hem de devlet bütçelerinde kırılganlık yaratıyor. Özellikle gelişmekte olan ekonomiler için bu kırılganlık, sermaye çıkışlarının hızlanması, döviz talebinin yükselmesi ve risk primlerinin tırmanması anlamına geliyor.

16