İstanbul işgal altındaydı, şehrin sokaklarında, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikalı, Yunan, Cezayirli, Faslı, Hintli, hatta Japon askerleri devriye geziyordu, Boğaz'da öyle üç beş değil, tam 78 tane işgal zırhlısı vardı.
Çanakkale geçilmez'di ama, mermi sıkmadan teslim edilmişti, Çanakkale Boğazı işgal altındaydı, şehitliklerimize dışkılıyorlardı.
Trakya işgal altındaydı.
Antep, Maraş, Urfa işgal altındaydı.
Adana işgal altındaydı.
Kars, Iğdır, Ardahan işgal altındaydı.
Antalya, Mersin, Hatay işgal altındaydı.
Akbabalar gibi üşüşmüşlerdi, topraklarımızın bir tarafında Pontus devleti kurmaya çalışıyorlardı, bir tarafında Ermenistan kurmaya çalışıyorlardı, bir tarafında Kürdistan kurmaya çalışıyorlardı.
★
İzmir işgal edildi, bardağı taşıran damlaydı, Troya Savaşı'ndan üç bin yıl sonra Anadolu topraklarına Yunan askeri çıkmıştı, Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktasıydı.
★
Manisa işgal altındaydı, Manisa'yı bir başka şevkle istila ediyorlardı, adeta fethediyorlardı. Çünkü... Fatih Sultan Mehmet'in şehzade olarak Manisa'da yetiştirildiğini, İstanbul'u fethetmek için, Ayasofya'yı fethetmek için Manisa'dan yola çıktığını asla unutmuyorlardı.
Hatta, Akhisar'ı işgal eden Yunan albayı, yerli Rumlardan özellikle bembeyaz bir at istemişti, İstasyon Caddesi'ne Fatih'in İstanbul'a girdiği gibi girmişti.
Alaşehir'e de aynı dini duygularla girmişlerdi, Alaşehir'in üzerine kurulu olduğu Philadelphia antik kentinin İncil'de adı geçiyordu, hristiyanlığın Anadolu'daki ilk yedi kilisesinden biriydi, Bizans'ın en önemli dinsel merkezlerinden biriydi, Alaşehir'i işgal ederken kendilerini adeta ayinde hissediyorlardı.
Aydın işgal altındaydı, ilk toplu katliam Aydın'da yaşandı, Kızılcaköy'de insanları camiye topladılar, ateşe verdiler. 106 kişi diri diri yanarak can verdi, hatta aylar sonra Uluslararası Soruşturma Heyeti tarafından fotoğraflanacaktı, pencerelerin demirlerine yapışmış çocuk elleri vardı.
10 yaşında kız çocuklarımızın ırzına geçiyorlardı. İki yaşındaki bebelerimizi süngülerin ucuna takıp, sokak sokak gezdiriyorlardı. Bebelerimizi emzirmesinler diye, yeni doğum yapmış annelerimizin meme uçlarını kesiyorlardı. Yaşadıkları yüzünden aklını yitiren kadınlarımız vardı. Yaşadıkları yüzünden canına kıyan kızlarımız vardı. Vahşet tarifsizdi. Mezarlıkları bile tahrip ediyorlardı. Ölülerimizi bile, ölülerimizin kemiklerini bile bu topraklardan kazımak istiyorlardı. İzmir Bergama'da 200'den fazla insanımızı devasa çukura doldurup, makineli tüfekle tarayıp, cenazelerine benzin döküp yakmışlardı. Aydın Söke'de 57 insanımızı kuyuya üst üste atarak öldürmüşlerdi. Onbinlerce böyle belgeli/fotoğraflı örnek var. Kuran'ı Kerimleri parçalıyor, sayfa sayfa hela çukurlarına atıyorlardı, insanlarımız o sayfaları çıkarıyor, yıkıyor, ağlaya ağlaya toprağa gömüyordu.
İşgal ordusunun bu kadar gaddar davranmasının, böylesine dehşet saçmasının sebebi, Türk nefreti değildi, stratejik bir karardı, halkı göçe zorluyorlardı, bölgeyi insansızlaştırıyorlardı, Türk kimliğinen arındırıp, Türk'ten boşalan bölgeye Rum nüfus taşıyarak, demografiyi değiştireceklerdi.
★
İngiltere başbakanı Lloyd George'da Çanakkale'den kaynaklanan kuyruk acısı vardı, Türk kavramından kişisel olarak nefret ediyordu, "Türk kültürünün kurulduğu her yerde refah ve kültür seviyesinin düştüğü kesindir" diyordu, "Türk yönetiminin geri çekildiği her yerde refah ve kültür seviyesi artmıştır, Türkler fethettiği her yeri yıkmıştır" diyordu, emperyalizm bize işte böyle bakıyordu, sarayın biat ettiği zihniyet buydu.
ABD alkışlıyordu, The New York Times gazetesinin manşetlerinde mesela, havayi fişekler patlıyordu, "500 yıldan beri katliam ve yağmadan başka bir şey yapmayan Türklerin dünya tarihindeki sayfaları kapanmak üzere" diye yazıyorlardı.
★
İzmir'in işgal edildiği gün... İstanbul'da, insanın ruhunu daraltan kasvetli bir hava vardı, yağmur tükürür gibi çiseliyordu. 465 yıl sonra esir düşen İstanbul'un ıslak sokaklarında, fetih gururuyla devriye gezen işgal askerlerinin postal sesinden başka yankı yoktu. Şişli'deki üç katlı pembe binanın perdeleri sıkı sıkıya kapalıydı, gaz lambasının cılız ışığı, odayı hayal meyal aydınlatıyordu. Altı kişiydiler. Üzerine harita yayılmış masanın etrafında, ayaktaydılar. Talihsiz bir kuşağın çocuklarıydılar, hayat onları hep mecbur bırakmıştı, bıyıkları terlediğinden beri neredeyse bir gün olsun günyüzü görmemişlerdi, Çanakkale'den Trablus'a, Yemen'den Sina'ya, Balkanlar'dan Kafhaslar'a vuruşmadıkları coğrafya kalmamıştı, ve neticede, işte bu daracık odaya sıkışmışlardı... Uzuuun uzun anlattığı haritadan başını kaldırdı, adeta nefes bile almayan arkadaşlarına baktı, ulusun kader anıydı, söylenecek ne varsa söylenmişti, söz bitmişti, o çelik mavisi gözlerinde belli belirsiz bir keder bulutu dolaştı, "vakit tamam" dedi, "umutsuz olmayacağız, uçurumun kenarındayız, bizi canlı canlı mezara atmak istiyorlar, son bir cüret belki kurtarabilir, Anadolu'ya geçiyoruz!"
★
Ertesi sabah, Galata rıhtımından motora bindi, Kız Kulesi açığında demirli olan Bandırma gemisi'ne geldi, güvertede bir sigara yaktı, İstanbul'a son kez dalgııın dalgın baktı, kamarasına girdi.
★
19 Mayıs 1919... Samsun'a çıktı. Şehir güvenli değildi, İngiliz kaynıyordu, altı gün orada kaldı, karargahını Havza'ya taşıma
kararı aldı.
Arkadaşlarıyla birlikte ahı gitmiş vahı kalmış hurda bir Benz otomobile bindi, anca bunu bulabilmişlerdi, yola çıktı. Asfalt yoktu, tarladan bozma toprak yol, sağanak yağmurdan iyice balçık haline gelmişti, bata çıka gidiyorlardı. Arka koltukta değil, önde, şoförün yanında oturuyordu. Harap otomobil yarım saat bile devam edemedi, tık diye arıza yaptı, kaldı.
İnip beklemekten başka çare yoktu. Yaşlı şoför motoru tamir etmeye çalışırken, yol kenarında bir ağaç altına çekilip, işi sabırla oluruna bırakacaklardı.
Ama işte bu davranış biçimi asla O'na göre değildi.
Oturup beklemek karakterine aykırıydı.
Arkadaşlarına baktı, yürüyebilir misiniz dedi. Soru sormamıştı aslında... Cevap vermelerini beklemeden, döndü, yürümeye başladı. Mecburen peşine takıldılar. Bir saat kadar uzakta Karageçmiş Köyü vardı. Orada konaklayacaklardı. Geceyi atlatacaklar, sonra tekrar Havza'ya doğru yola çıkacaklardı.
Kafalarında geleceğe dair milyon tane endişeyle sessiz sessiz giderlerken, Mustafa Kemal mırıldanmaya başladı, "dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar, güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar!"
"Siz de söyleyin" diye seslendi, "yorgunluğunuzu alır, güç verir" dedi, hep birlikte söylediler, "bu gök, deniz nerede var, nerede bu dağlar tas