Bordo bere

Barzani kriz oldu.

Cizre'ye güya sempozyuma katılmak için kültürel amaçla gelmişti ama, kollarına Kürdistan bayrağı yapıştırılmış, uzun namlulu silahlar taşıyan, elleri tetikte, askeri üniformalı, bordo bereli korumalarla geldi.

Barzani'nin şu anda Irak yönetiminde herhangi bir görevi yok, dolayısıyla bu ziyaret diplomatik bir ziyaret değildi. Kaldı ki, resmi bir ziyaret bile olsa, yabancı konuklar Türkiye'ye uzun namlulu silahlar getiremez, burası çadır devleti değil... Üstelik, Türkiye'ye gelen bir yabancı devlet adamı, mesela herhangi bir ülkenin devlet başkanı bile gelse, yaveri dışında, hiçbir koruması askeri üniforma giyemez. Korumaların taşıdığı tabancalar bile seyahatten önce Türkiye'ye bildirilir, çapı şudur, cinsi şudur filan, önceden bildirilir, uzun namlulu silah getiremezler, askeri üniforma asla giyemezler.

Hal böyleyken... Sayın medyamız Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni aşağılayan bu şovu önce alkışladı ama, kendisini bu vatana ait hisseden herkeste ciddi rahatsızlık yarattığı için, aradan iki gün geçtikten sonra, hem AKP'den hem MHP'den senkronize açıklamalar geldi, özellikle Devlet Bahçeli "rezalet" dedi, şak, içişleri bakanlığı "uzun namlulu üniformalı şov" hakkında soruşturma başlattı.

Barzani tarafı derhal cevap verdi, "ne var yani Türk yetkililer de Kürdistan'a Türkiye'nin bordo bereli özel kuvvetleriyle geliyor" filan dediler, yani kendilerini Türkiye Cumhuriyeti Devleti'yle bir tuttuklarını söylediler.

Öcalan'a umut hakkı istiyor, İmralı'yla görüşülmesini istiyor diye Devlet Bahçeli'yi alkışlıyorlardı, tık diye döndüler, Devlet Bahçeli'ye "ırkçı" dediler, "koyun postuna bürünmüş" filan dediler.

Dolayısıyla, Türkiye'yi bu rezalete sürükleyen süreci daha net kavrayabilmek için, makarayı az geri sarmak gerekiyor.

Aslında her şey 1992 yılında başladı.

ABD "davet edeceksiniz" dedi, bizimkiler "peki" dedi, Barzani tarihte ilk kez Ankara'ya geldi. Cumhurbaşkanı Özal'ın himayesinde gelmişti, Ankara'da MİT tesislerinde kaldı, başbakan Demirel tarafından ağırlandı. Süklüm püklümdü. Kürtçe konuşmasına bile izin verilmedi, Arapça konuşuyordu, tercüman Türkçe'ye çeviriyordu. TC pasaportu verdik, para verdik, silah verdik, buğday verdik, elektriğini vermeye başladık... ABD öyle istediği için, elimizi vermiştik, şimdi sıra kolumuzu kaptırmaya gelmişti.

Sadece sekiz ay sonra, 1992 yılı ekim ayı... Ege Denizi'nde ortak tatbikat yapıyorduk, Amerikan uçak gemisi Saratoga'dan iki adet sea sparrow füzesi fırlatıldı, Türk muhribi Muavenet'in beyni, köprüüstü vuruldu. Beş şehit verdik, 22 yaralımız vardı. ABD "pardon" dedi, yanlışlıkla vurulduğunu söylediler. Halbuki "yanlışlıkla düğmesine bastık" denebilecek türden füzeler değildi, ateşleme için altı aşamadan geçiyordu, komutan onayı gerekiyordu, "at ve unut" türünden güdümlü mermi değildi, ateşlendikten sonra hedefini vurabilmesi için rehbere ihtiyacı vardı, yani, fırlatan geminin hedef gemiyi radarla aydınlatması gerekiyordu, yanlışlıkla fırlatma ihtimali milyonda bir bile mümkün değildi.

Peki neydi

Irak'ı bölmek için, Kürdistan kurabilmek için, İncirlik ve Pirinçlik'te konuşlanan "çekiç güç" şarttı. Ankara ayak diretiyordu. İşte tam o anda, Muavenet zart diye vuruldu. Ankara mesajı aldı! TBMM çekiç güç'ün süresini zurt diye uzattı. Bir daha hiç ayak diretmedik, her defasında başımıza aynı felaketin geleceği belliydi, o nedenle, 2003 yılında Irak'a girdikleri güne kadar çekiç güç'ün süresini hep uzattık, bir daha hiç itiraz etmedik.

(Aslına bakarsanız, Türkiye üzerinden Irak operasyonuna katılacak olan Amerikan hava unsurlarının adı "çekiç güç" değildi. Poised hammer, yani "kalkık horoz"du, mermi namluya sürüldü, tabancanın tetiğine basıldı, horoz kalktı manasındaydı. Amerikan propaganda şaheseri tam burada devreye girdi, sayın ahalimiz "kalkık" kelimesinden huylanmasın diye, bilinçli şekilde yanlış tercüme edildi, çekiç güç denildi.)

Üç yıl daha geçti, 1995 oldu... CIA, peşmergeleri örgütledi, Saddam'ı devirmek için darbe organize etti, beceremediler, çuvalladılar. ünkü, peşmerge aşiretlerinden değil silahlı kuvvetler, zabıta teşkilatı kurmak bile mümkün değildi, eğitimleri yoktu, savaşabilme yetenekleri yoktu, fiyaskoyla sonuçlandı.

Bunun üzerine, CIA, apar topar tahliye operasyonu başlattı. Saddam hepsini imha etmesin diye, maşa olarak kullandıkları 10 bin civarında peşmergeyi yurt dışına kaçırdılar. Aileleriyle birlikte Habur'dan Türkiye'ye soktular, Batman'a getirdiler, askeri nakliye uçaklarına bindirdiler, tee Pasifik Okyanusu'ndaki Guam adasına götürdüler.

Niye tee oraya götürdüler

ünkü, Guam adası adeta dünyanın adresini bile bilmediği bir yerdeydi ama, o adada ABD'nin en önemli hava ve deniz üslerinden biri vardı. İlk darbe girişiminde başarısız olan peşmergeleri, bir dahaki sefere başarılı olmaları için eğiteceklerdi. Bazılarını CIA'in Özel Operasyon Bölümü tarafından eğitip, adı üstünde, suikast, sabotaj gibi örtülü operasyonlarda kullanacaklardı, bazılarını da akademik konularda eğitip, merkez bankası, nüfus idaresi, tapu dairesi, vergi dairesi gibi, yakında kurulacak olan Kürdistan'ın bürokrat kadrosunu yetiştireceklerdi.

Küçük bi pürüz vardı... CIA'in peşmergeleri ABD Adana Konsolosluğu denetiminde sınırdan geçirilip Silopi'deki hac konaklama tesislerine yerleştirilmişti ama, pasaportları yoktu, kimlik bilgileri yoktu. Daha doğrusu, elbette vardı ama, Amerikalılar yok diyordu, yok dedirtiyordu, maşalarının kimlik bilgilerini Türkiye'ye vermek istemiyorlardı.

Bize akıl öğrettiler... "Sizin pasaport kanununuzda bu tür durumlara uygun madde var" dediler, "parmak izlerini alın, geçirin" dediler. Bizimkiler hık mık etti ama, elleri mecburdu, geçirmiyoruz birader diyecek halleri yoktu, Ankara'dan beş kişilik uzman ekip getirildi, peşmergelerin tek tek parmak izleri alındı, buyrun geçin denildi, parmak izi bilgileri MİT arşivine kaldırıldı.

Üç yıl daha geçti, 1998 yılı oldu... Guam'a götürülen peşmergeler artık iyice pişmişti, olgunlaşmıştı, "Guamerge" olmuşlardı, evet, Guam'a götürülen peşmergeler artık bu sıfatla anılıyordu, Guamerge olmuşlardı. Gene Türkiye üzerinden, bazıları da Ürdün üzerinden, Kuzey Irak'a sokuldular.

Aynı dönemde, Kuzey Irak'taki otorite boşluğundan en çok PKK faydalanmıştı, Suriye'den komple Irak'a taşınmışlardı, Kandil dağına iyiden iyiye yerleşmişlerdi. Özellikle Guamergeler döndükten sonra, PKK'nın bölgeye geçişi hızlanmıştı, peşmergeyle PKK'nın iş birliği ayyuka çıkmıştı.

Peki acaba, Guam'a götürülenler arasında PKK'lılar da var mıydı

Bu kritik sorunun cevabını bulmaya çalışan Türk istihbaratı, Barzani'ye haber saldı, PKK faaliyetleri hakkında konuşmak üzere, bölgedeki aşiret liderlerini toplantıya davet etti, randevu ayarlandı, Kuzey Irak'ta, bizim kontrolümüzdeki bir adreste buluşuldu.

Önce biraz sohbet edildi, bilahare mevzuya gelindi. Türk tarafı rahatsızlığını dile getirdi, aşiret liderleri sessizce dinledi.

O sırada çay servisi yapılıyordu. Garsonlar tabii ki garson değildi! aylar içildi, çay bardakları garsonlar (!) tarafından toplandı, mutfağa götürüldü, o bardağı kim kullandıysa onun adıyla etiketlendi, kolilendi, Ankara'ya getirildi, Guam'a götürülenlerin parmak izleriyle eşleştirildi, bingo... PKK'ya açık destek veren 17 aşiret lideri, Guamerge'ydi.

Dört yıl daha geçti, 2002 oldu... ABD yönetimi Saddam'ın örtülü operasyonlarla devrilmeyeceğini artık idrak etmişti, Amerikan askerini Irak'a getirip, savaşmak şarttı.

Amerikan Kongresi 189 milyon dolarlık ödenek için onay verdi, CIA'nin paramiliter güçleri öncü kuvvet olarak devreye sokuldu.

Saddam'ın ordusundan altı bin vatan hainini parayla devşirdiler, bakın dile kolay, tek kalemde altı bin vatan hainini devşirdiler, her birine uydu telefon verdiler, mükemmel istihbarat ağı kurdular, Saddam'ın ordusunu saniye saniye, konum konum takip etmeye başladılar, Saddam tuvalete gitse, Pentagon'un haberi oluyordu.

2002 yılının temmuz ayında, bu operasyonu yürütecek olan CIA ekibi Türkiye'den yola çıktı. Kendilerine "kırık oyuncaklar grubu" diyorlardı. Dünyanın pek çok ülkesinde görev yapmış, çok tecrübeli, çok kıyıcı bir ekipti. Arazi araçları ve cephane kamyonlarından oluşan konvoyla Türkiye'den Irak'a geçtiler, Süleymaniye'ye geldiler, üs kurdular... Yeşil badanalı bir üstü, o yeşil badanalı üsse "Antep fıstığı" adını verdiler!

Üç ay sonra, 2002 yılının ekim ayında, bu defa, para kamyonlarından oluşan konvoy geldi Süleymaniye'ye... Yine Türkiye'den yola çıkmışlardı, karton kutularda 100 dolarlık banknotlar vardı, bir milyon dolar mesela 20 kilo geliyordu.

Yaklaşan savaşın altyapısını hazırlamak için, milis güç kurmak için, adam satın almak için, sabotajlar yapmak amacıyla 100 milyon dolardan fazla nakit dağıttılar. Hatta, öylesine çok adam satın alıyorlardı ki, bir ara Talabani rica etti, "100 dolarlık vermeyin, 1'er 5'er 10'ar dolarlık banknotlar halinde verin" dedi. Niye diye sordular Talabani izah etti, "herkeste 100'lük dolar var, hiç kimsede 100 doların altında para yok, bir kahve içiyorsun, 100 dolar veriyorsun, kahvecinin elinde bozukluk olmadığı için üstünü veremiyor" dedi! Evet, Amerikalıların rüşvet cömertliği, rüşvetin bolluğu, peşmergeleri sıkıntıya sokmuştu!

1 Mart 2003 oldu... AKP yönetimi ABD'ye "siz hiç merak etmeyin hallederiz" dedi ama, TBMM direndi, CHP sayesinde, guguk kuşu operasyonu öncesindeki ABD tezkeresi geçmedi. Vay sen misin evet demeyen... Hem TSK'nın hem CHP'nin imhası için düğmeye basıldı.

Tarih belli ki özel olarak seçildi...

4 Temmuz'da, Amerikan bağımsızlık gününde, kafamıza çuval geçirdiler.

Süleymaniye'deki irtibat büromuz, ağır silahlı Amerikan askerleri tarafından basıldı, elit birliğimiz, bordo bereli 11 subay ve astsubayımız kafalarına çuval geçirilerek, ters kelepçe takılarak, dipçiklenerek tutuklandı. Bordo bereli binbaşımızın kaburgası kırıldı. 57 saat esir tutuldular.

Mesaj gayet açıktı... "Artık burası Kürdistan, bizim himayemizde, sakın burnunuzu sokmayın, kurcalamaya çalışmayın, defolun gidin" deniyordu.

Türkiye ayağa kalktı...

AKP hükümeti hariç!

ABD'ye nota verdiğimiz iddia edildi ama, üç saniye sonra yalanlandı, bizzat asrın liderimiz yalanladı, "müzik notası değil bu, her aklınıza estiğinde verilmez, ciddiyeti vardır" dedi!

Kafamıza çuval geçirilmiş, onurumuzla oynanmıştı ama, asrın liderimiz hala yeteri kadar ciddi bulmuyordu.

Üç yıl daha geçti, 2006 yılı oldu, 2006 yılının Eylül ayıydı... İlk kez "Kürdistan haritası" ortaya çıktı. Roma'daki NATO Savunma Koleji'nde brifing veren Amerikalı albay, Ortadoğu haritası açtı, Türkiye'nin yarısında alenen "Kürdistan" yazıyordu. Brifingi izleyen Türk subaylar topluca salonu terk etti, Türk genelkurmayı olayı protesto etti ama, gayet açık seçik netti, Kürdistan denilen kavram NATO projesiydi!

Aynı ay, 2006'nın eylül ayı... AKP hükümeti, sayın ahalimizin gazını almak için "terörle mücadele koordinatörlüğü" icat etti. Güya Amerikalı dostlarımızla terörle mücadeleyi koordine edecektik, bize anlık bilgiler vereceklerdi.

Bize nasıl anlık bilgi verdiklerini, terörle mücadele koordinatörümüz orgeneral Edip Başer bizzat anlattı... "PKK'ya silah mühimmat nereden geliyor Barzani'nin kontrolündeki Kuzey Irak'tan geliyor. Barzani kimin kontrolünde ABD'nin kontrolünde... ABD tarafıyla dokuz defa toplantı yaptık. En son Beyaz Saray'da başkanın güvenlik başdanışmanıyla konuştuk, anlattık. Bir CD verdik, o CD'deki görüntüde PKK'ya malzeme taşıyan kamyonun şoför mahallinde bir Amerikan askeri oturuyordu. Biz bunu Türk kamuoyuna anlatamayız dedim, biz hala 'Amerika bizim dostumuzdur' diyebilir miyiz dedim. Bu toplantıdan sonra Türkiye'ye döndüm, üç maddelik rapor hazırladım, ABD'deki muhatabım orgeneral Ralston'a bildirdim, 15 gün içinde cevap bekliyorum dedim. Beni o gün görevden aldılar!"

"Anlık bilgi" kepazeliği sadece bununla sınırlı mıydı, hayır... Kandil dağında Murat Karayılan'la röportaj yapan İngiliz Daily Telegraph gazetesinin muhabiri Damien McElroy açık açık yazdı,