26 Ağustos'tan utanır insan...

İstanbul, Ege, Akdeniz işgal altındaydı, Karadeniz'de yer yer işgal müfrezeleri vardı, Anadolu'nun dışarıya açılabilen tek penceresi İnebolu'ydu.

Büyük gemilerin yanaşmasına müsait bir limanı yoktu, iskelesi bile yoktu, bu durum hem dezavantaj, hem avantajdı, yeraltı teşkilatımız Mim Mim Grubu tarafından İstanbul'dan kaçırılan silah ve cephane, takalarla İnebolu açıklarına getiriliyor, gecenin simsiyah karanlığında kayıklarla kıyıya taşınıyordu, bu coğrafi zorluk, işgal zırhlılarının da kıyıdan uzakta kalmasını sağlıyordu.

Bir takamızın geldiği haber edildiğinde, İnebolu halkı, genç yaşlı, kadın erkek demeden sahile koşuyordu, sandıklar elden ele, omuzdan omuza taşınıyor, evlere istifleniyor, üzerleri muşambayla örtülüyor, kağnı konvoylarıyla Anadolu'ya sevk edilene kadar başında nöbet tutuluyordu.

İnebolu'yla Ankara arasındaki eski çağlardan beri kullanılan 340 kilometrelik kervan yolu, Küre Dağları ve Ilgaz Dağı'nın adeta geçit vermeyen güzergahı, milli mücadelenin şah damarıydı, nefes borusuydu.

Mustafa Kemal "gözüm cephede, kulağım İnebolu'da" diyordu. Boşuna demiyordu... Kağnı konvoylarımız, uçsuz bucaksız insan seli, tek sıra halinde akıyordu. Kağnıya sığmayanları sırtlarında taşıyorlardı, yavaş yavaş adım atarken, top mermilerinin ağırlığıyla öne doğru eğiliyorlardı. Hemen hepsi kadındı. Rengarenk eteklikli yöresel kıyafetler, çiçekli şalvarlar giyen bu kadınlarımızın bazıları, sırtlarına sarılı yükleriyle beraber, kucaklarında emzikli bebeklerini taşıyorlardı. Bazılarının arkasında, minik adımlarla takip eden küçük çocuklar vardı. Kocaları cephede vuruşan kahraman kadınlarımız, annelerimiz, kız kardeşlerimiz, sağanak yağmur demeden, kar fırtınasına aldırmadan, Küre Dağları'nı böyle aşıyorlardı.

İngiliz kadın yazar Ann Bridge, milli mücadelenin romanını yazmak üzere Anadolu'ya gelmişti, 1921 yılında İnebolu-Ankara hattını kağnılarla beraber bizzat yürüyerek geçti, Nilüfer ve Feride isminde iki yurtsever Türk kadınının hikayesini anlattı, "The Dark Moment, Karanlık An" isimli romanını yazdı.

O romanında gözlemlerini nasıl aktarıyor biliyor musunuz... "Sonsuz bir insan seli" diyor, "sonsuz bir insan seli, birbirlerinden 1.5 metre aralıklarla tek sıra halinde akıyordu, taşıdıkları tüfek demetleri, cephane kutuları ve top mermilerinin ağırlığı altında öne doğru eğilmişlerdi, daha şaşırtıcı olanı, bu insanların dörtte üçünden fazlası kadındı, pembe eteklikli yöresel kıyafetler ve parlak çiçekli, kiraz renkli şalvarlar giyen bu kadınların bazıları, sırtlarına sarılı yükle beraber, kucaklarında emzikli bebeklerini taşıyorlardı, bazılarının arkasında ise, kaygan çamurda kısa adımlarla yürüyen iki veya üç küçük çocuk bulunuyordu, böylece, bir gece önce İstanbul'dan kaçak olarak gemiyle gelen askeri malzeme, Küre Dağları'nı aşıyordu."

Fransız kadın gazeteci Jean Chiliquelin de tıpkı İngiliz kadın yazar Ann Bridge gibi, 1921 yılında bu hattı yürüyerek geçti, gözlemlerini kaleme aldı.

"Sırf kadınlardan oluşan öyle kafilelere rastladım ki, doğrudan doğruya sırtlarında obüs sandıkları taşıyorlardı, kocaları cephelerde dövüşen bu kadınlar, ne siyasi bir akıma tabi olmuşlardı, ne de koyun sürüsüydüler, mükafat beklemiyorlardı, şükran sözü de beklemiyorlardı, bu halkı böylesine harekete geçiren hiçbir yasal mecburiyet yoktu, sadece, ruhlarına doğmuş, yüce bir yurtseverlik duygusuydu."

Evet... Fransız kadın gazeteci muhteşem tarif ediyordu, "bu halkı böylesine harekete geçiren, ruhlarına doğmuş yurtseverlik duygusu" diyordu.

Aralık ayı sonlarıydı. Ağır kış vardı. Hava bıçak gibiydi. Manda kağnıları, Küre Dağları'ndan geçerken tipiye yakalanmıştı, göz gözü görmüyordu, kafileden kopup kaybolanlar olmuştu. Kastamonu'dan arama ekipleri çıkarıldı. Bir bebeğin ağlama sesini duydular... Annesi donarak ölmüştü, annesinin kucağında buldular. Mucizeydi. Annesinin kolları arasında hayata tutunmuştu.

Kağnıyı çeken hayvan da donarak ölmüştü. Kağnıdaki cephane battaniyeyle örtülüydü!

ünkü o kahraman kadın, ne kendini örtmüştü, ne evladını... Donmasınlar diye top mermilerini sarıp sarmalamıştı.

Şerife'ydi.

Henüz 21 yaşındaydı.

Ve ocak ayı, sabah saatin altısı, yoğun sis vardı, Yunan ordusu var gücüyle saldırdı. Birinci İnönü Savaşı başlamıştı. 16 bin kişilik düşman gücüne karşılık sekiz bin kişiydik. İki gün aralıksız vuruştuk, direndik, püskürtmeyi başardık.

O gün... Ankara'daki İmalat-ı Harbiye atölyesine üzerine not kazınmış bir top mermisi kovanı geldi.

Kahraman kadınlarımızın canları pahasına taşıdığı top mermileri cephede kullanılıyor, kovanları tek tek toplanıyor, tamir edilerek yeniden doldurulmak üzere Ankara'ya İmalat-ı Harbiye atölyesine geri getiriliyordu. O yoklukta, o imkansızlıklar içinde bir tek kovan'ın bile gözden çıkarılması mümkün değildi.

İnönü cephesinden İmalat-ı Harbiye atölyesine geri gelen kovan'ın üzerinde "Karahisarlı Seyfi çavuş, 4. alay 2. tabur 8. batarya 26 rebiyülahir 1339 İnönü" yazıyordu.

Muhtemelen çivi benzeri bir metal çubuğu kalem gibi kullanarak, adını, memleketini, birliğini, düşmana fırlattığı yeri ve fırlattığı zamanı kovan'ın üstüne kazımış, tarihe not düşmüştü.

İmalat-ı Harbiye ustaları, Seyfi çavuşun adeta mektup misali geri gönderdiği kovan'ı tamir ettiler, yeniden doldurdular, bakalım yine adıyla sanıyla geri gelecek mi diye düşünerek, üzerine bir bez parçasıyla metal bir çubuk bağladılar, mektup misali cepheye gönderdiler.

İkinci İnönü Savaşı başladı.

Kovan geri geldi!

Bu defa üzerinde "Aksekili Ethem çavuş, 8. alay 3. tabur 1. batarya 20 recep 1339 İnönü" yazıyordu.

İmalat-ı Harbiye atölyesinde adeta bayram havası yaşanıyordu, bir yandan gözyaşlarını tutamıyorlar, bir yandan sevinçle birbirlerine sarılıyorlardı, yine tamir ettiler, yine barutunu ve mermi çekirdeğini doldurdular, yine bir bez parçasıyla metal çubuk bağlayarak, mektup misali, "Allah kavuştursun" diyerek, yine cepheye gönderdiler.

İnönü, Sakarya, Büyük Taarruz... Ocak 1921'den Eylül 1922'ye kadar, Kurtuluş Savaşımızın sonuna kadar o kovan tam sekiz defa, sekiz farklı mesajla geri geldi.

Ama... 9 Eylül 1922'de düşmanın denize döküldüğü gün, özgürlüğümüzü ve vatanımızı kazandığımız gün, zaferimizi coşkuyla dünyaya haykırdığımız gün, İmalat-ı Harbiye atölyesinde matem vardı.

Çünkü, kovan sekizinci defa geri gelmişti.

Üzerine "Karahisarlı Seyfi çavuş, 4. alay 2. tabur 8. batarya 12 muharrem 1341 Banaz" kazılmıştı.

Ve... Kovan'ın içinde bir mektup, bir de künye vardı.

Mektubu Yüzbaşı Muhsin Talat yazmıştı.