Kürt Memet şimdi de sandığa mı

Uzun yıllar inzivaya çekildiği Diyarbakır'daki köyünden çıkarak, Diyarbakır'da her zamankinden çok daha kalabalık olan Newroz mitinginde konuşan Leyla Zana'nın Kürtçe yaptığı konuşmasında iki kritik mesaj vardı.

(Ne olduğundan habersiz olduğumuz bu bayramı 90'lı yılların başında öğrendiğiniz Kürtlerin Newroz'undan bahsederken Newroz, sonra bir anda Türklerin de böyle bir bayramı olduğunu hatırlayan ve takım elbiselerle resmi kısık ateşten atlama törenleri düzenleyenlerin Nevruz'undan bahsederken Nevruz demeyi tercih ediyorum.)

Tartışılan yeni bir çözüm süreci için şöyle dedi:

"1993'te Öcalan ilk kez barış yolunu ve yöntemlerini konuşmaya başladı. Bu yolun bir daha açılmasına hazır mısınız Tek kelime ile soracağım size. Evet mi"

Bir hafta kalan yerel seçimler içinse şöyle:

"Bir yandan CHP bir yandan AKP diğer yandan MHP. 'Kürtlere yaptıklarımızdan Kürtler razı ki bize destek veriyor' diyorlar. Ama biz irademizi sadece kendimiz için kullanacağız."

Zana'nın yerel seçimlere 10 gün kala bu çıkışı bazı muhalifleri, özellikle İstanbul seçimine kilitlenmiş CHP'li siyasetçileri, kendilerini yine siyasetin dalgalarına bırakmış gazetecileri, kanaat önderlerini kızdırdığı anlaşılıyor.

En komiği zamanlamayı manidar bulanlar.

Ne yaparsın ki 21 Mart Newroz, tarihi 31 Mart seçimlerinin öncesine denk geldi!

Bir süredir benzer açıklamalar yapan, Erdoğan'ı çözüm için muhatap olarak işaret eden, AK Parti ile de diyaloğa yeşil ışık yakan, 3. Yolcu çizginin altını çizen Selahattin Demirtaş, Ahmet Türk de muhaliflerden aynı tepkileri alıyor.

Başak Demirtaş'ın adaylık ihtimali sırasında bu homurtu sesleri zirve yapmış muhalif kanallarda iktidarla işbirliği, gizli anlaşma, pazarlık suçlamaları, sandıklardan çıkarılan "terör"lü cümlelerle birbirine karışmıştı.

İktidarla işbirliği, muhalefete, demokrasiye ihanet suçlamaları aklıma bundan 12 yıl önceki hararetli bir tartışmayı getirdi.

2012'nin haziran ayı. Çatışmalar, ölümler var. Ufukta bir çözüm, barış ihtimali yok.

O sırada yazdığım Taraf'ta bir çözümün gelmekte olduğunu anlatan yazılar yazıyordum.

Haber kaynaklarından duyumlar, açık kaynaklardan analizlere dayanan bu yazılar üzerine büyük bir polemik başladı.

Bir grup, demokrasi gelmeden barış ve çözüm olamayacağını, otoriterleşen Erdoğan'la Kürt meselesini çözmenin mümkün olmadığını savunuyordu.

Muhalif çevrelerde takdir ve beğeni toplayan bir görüştü bu.

Dışarıdan yazarlar, siyasetçiler de tartışmaya girdiler. Gazeteden istifalar oldu, MİT'çilik, gizli AKP'lilik suçlamaları havalardan uçuştu.

Tam o günlerde Leyla Zana Hürriyet'e konuştu ve şöyle dedi:

"Asker çözer, polis çözer, yargı çözerle bu iş olamaz. Burada bir gerçek vardı. Bunu hepimiz açıkça söyleyelim ve kabul edelim. Bu işi isterse en güçlü durdurur. O güçlü kimdir, şimdiki hükümettir. O hükümetin başı Recep Tayyip Erdoğan'dır. Tarihin en güçlü hükümetinin başındaki isim isterse o iradeyi gösterir, buna gücü yeter ve bu sorunu da çözer. Ben onun bu işi çözeceğine inanıyorum. Buna dair umudumu da, inancımı da asla yitirmedim. Yitirmek de istemiyorum. Yitirseydim giderdim, burada olmazdım. Şimdi hepimizin yapması gereken, hepimizin başbakanın sorunu çözmesinde yanında olduğumuzu ona hissettirmemiz, onu teşvik etmemizdir."

Leyla Zana'nın bu çıkışına konuştuğu o yıllarda BDP Genel Başkanı olan Selahattin Demirtaş şöyle demişti:

"Hiçbir belediye başkanımız, hiçbir parti yetkilimiz, hiçbir milletvekilimiz halkın iradesinin üstünde olamaz. Leyla'yı Leyla yapan Mecnun'un aşkıdır."

Demokrasi gibi zor ve ulaşılmaz bir çıtayı barış gibi acil bir ihtiyacın önüne koyanlara demokrasi ile barışın ayrılmaz bir ikili olmadığını, dünyada demokrasisiz barış deneyimleri olduğunu da hatırlatıyorduk.

Anlatması pek kolay değildi. Dünyadan örnekler tam tersini söylüyordu ama.

O yazılardan birinde şöyle yazmışım:

"Mesela Sudan'ın soykırımcı lideri El Beşir en radikalini yapmıştı, referanduma gidip, savaştığı etnik gruba ayrılmak isteyip istemediklerini sormuştu, "istiyoruz" cevabına saygı duymuştu. Peki, savaş suçlusu Beşir demokratlıktan mı yapmıştı bunu

Peki, ya De Klerk, aparthaid rejiminin ünlü ailelerinden birinden gelen bir ırkçı olarak nasıl Mandela ile el sıkışıp, birlikte Nobel Barış Ödülü'nü kaldırdı dersiniz Büyük bir demokrat olduğu için mi

Ya demokrasiyle, demokrat liderle barış arasında doğrudan bir ilişki olsaydı, dünyanın en demokratik anayasasını yapıp, tüm faşizan yüklerinden kurtulan İspanya'nın bir Bask sorunu kalır mıydı

Öyle olsa, 1998'de Öcalan, yarı-askerî bir rejimle yönetilen Türkiye ile anlaşıp, silahlı mücadeleye son kararını verir miydi Kürt bile diyemeyen bir devlete güvenip, gerillalarını sınırdışına çeker miydi Partisinin adını değiştirir miydi

Evet demokratikleşme barışı sağlamlaştırır, kalıcılaştırır. Ama barışın önüne daha uzun yıllar alacak tam bir demokratikleşme hedefini koymanın, bu sorunu çözmek için sandıktan demokrat bir başbakanın, Yeşiller-EDP iktidarının çıkmasını beklemenin her gün kan akan meselenin çözümünden kaçmaktan başka bir anlamı yok."

Günün sonunda Ocak 2013 itibarıyla benim gibi düşünenler ve Leyla Zana haklı çıktı.

Erdoğan, çözüm sürecini başlattı.

Gezi Olayları gibi AK Parti iktidarının en sertleştiği günlerde çözüm süreci sürdü.

17-25 Aralık sonrasında yani iktidarın hukukun, medyanın dizginlerini eline aldığı sırada da süreç sürdü.

6-8 Ekim olaylarına rağmen devam etti.

Ve 2015 Şubat'ında Dolmabahçe Zirvesi gibi tarihi bir mutabakat anına ulaşıldı.

Yani Türkiye çözüm sürecini demokrasinin dipte olduğu yıllarda yürüttü.

Eğer Suriye savaşı olmasaydı, PKK geri çekilmeye ve Öcalan'a direnmeseydi, bu mesele o şartlarda da çözülebilirdi.

Nitekim, Dolmabahçe mutabakatını tanımadığını açıklayan Erdoğan'ın çıkışa rağmen 7 Haziran seçimlerinden bir ay sonrasına kadar ateşkes de sürdü. PKK'nın HDP'nin seçim başarısına rağmen şehir gerillası savaşı başlatma kararının, hendeklerin muhasebesi daha sonra yaşananlar nedeniyle henüz düzgün bir biçimde konuşulamadı. Çözüm sürecinin bitmesi sadece 7 Haziran seçimlerine yıkıldı.

Çoğu kez kronolojisiyle bile gerçeklerin oynanıyor ve suç birbirine atılıyor.

Şimdilik o tartışma girmeden bugüne geri dönelim.

Bugün Türkiye'deki demokrasi ve hukuk standartları 2013'ün gerisinde. O yüzden her seçim muhalefet için gidişata hayır deme, gücünü göstermek, iktidara ders verme seçimi.

28 Mayıs seçim yenilgisinden sonra muhalefet için 31 Mart bir rüştünü ispat etme, gücünü gösterme, kitlelerin heyecanını 2028'e kadar sürdürme seçimi.

Muhaliflerin heyecanı o yüzden anlaşılır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşları için güçlü bir muhalefet hayati önemde..

Muhaliflerin Kürt seçmenlerden beklentisi de bu doğrultuda iktidara karşı muhalefetin yanında hizalanmaları ve oylarını kullanmaları.

Anketlere göre çok büyük bir kısmı da zaten öyle yapacak.