Caddebostan Plajı'ndan denize Suriyeliler mi girmesin yoksa Ümraniyeliler mi

İstanbul'da havalar sıcak, tatil yerleri yabancı turistleri bile kaçıracak kadar pahalı, zaten tatile memurlar ve zenginler dışında herkesin vakti de yok.

Serinlemek isteyenler İstanbul'daki havuzlara ve plajlara gidiyor.

İstanbul'da Adalar ve Karadeniz kıyıları dışında Boğaz hattında ve Marmara kıyılarına plaja gitmek herkesin göze alamayacağı bir cesaret.

Kolibasili kavramını İstanbullular iyi bilir.

Bilmeyenler ve başka bir alternatifi olmayanlar geçen hafta sonu da bulduğu plajdan denize girdi.

Onlardan biri de İBB'nin işlettiği Caddebostan Plajı'ydı.

Denize girecek her zaman daha iyi alternatifleri olan Caddebostanlıların herhalde en son 1980'li yıllarda gittiği plaj, her zaman sınıfsal çelişkilerin mekanı olageldi.

Zengin mahallesindeki, ucuz plajda serinlemeye ve eğlenmeye çalışanlar TikTok'a, Instagram'a videolar attı.

Sonra o videolar Twitter'da "İstanbul ne hale geldi" elitizmine, "Suriyeliler bastı plajları" ırkçılığına, ünlü bir mekan işletmecisi- gazetecinin "Burası çocukluğumun geçtiği Caddebostan Sahili olamaz" nostaljisine meze oldu.

Bu kez çoğu sınıfsal epey de tepki aldılar.

Caddebostan Plajı'nın hep kendi çocukluğundaki gibi kalamayacağı hatırlatıldı, o plaja bugün asla erinip gitmeyecek birinin başkalarının birkaç saatlik serinliğine göz koyması haklı olarak yerildi, İstanbul'un plajların 50'lerde, 60'larda, 70'lerde, 80'lerde de epey kalabalık olduğunu gösteren fotoğraflarla bunun bizzat çocukluğuna duyulan bir özlemden ibaret bir hafıza yanılgısı olduğu gösterildi.

Bu tepkilere karşı çıkanlar bu kez plajlardakilerin Suriyeliler ve Afganlar olduğunu söylemeye başladı. Tabii bir sürü içinde "sapık, pis, iğrenç" geçen cümle ve "Sen aileni buradan denize sokar mıydın" sorusuyla birlikte.

Sanki boş olsa Caddebostan'dan ya da Menekşe Plajı'ndan denize gireceklermiş gibi

Aslında "İstanbul'u basan ilkel kalabalıklar" teması surlarla dışarıya kapalı, içeriye kapılardan girilen İstanbul'un kültürünün de bir parçası sayılır.

Doğan Gürpınar, Nostalji Cumhuriyeti kitabında çok iyi bir noktayı yakalamıştı.

Bugün İstanbul nostaljisi diye Google'ladığınızda ilk karşınıza çıkan Ara Güler'in siyah beyaz eski İstanbul fotoğrafları olur.

Bozulmamış eski İstanbul nostaljisi olarak sergileniyor, kitapları basılıyor, sosyal medyada dolaşıyor hatta pek çok evin, kafenin, işyerinin duvarlarını süslüyor o fotoğraflar.

Peki, o fotoğraflar acaba nostalji olsunlar diye mi çekilmişti

O fotoğrafların önemli bir kısmını Ara Güler, 1959 yılında Hayat Mecmuası'nda çalışırken gazeteci Orhan Tahsin ile birlikte hazırladıkları bir yazı dizisi için çekmişti.

Yazı dizisinin konusu İstanbul'un yeni ve yerlilerine epey yabancı semti Taşlıtarla'ydı.

Taşlıtarla ya da bugünkü adıyla Gaziosmanpaşa, 1950'lerde Bulgaristan'ın asimilasyon politikalarından kaçan Bulgar ve Pomak Türkleri için inşa edilmiş iki binden fazla evle kurulmuş bir muhacir semtiydi.

Sonra yurtışından ve yurtiçinden göçenlerin yaptıkları gecekondularla 1950'lerin sonunda İstanbul'un hemen kenarında 100 bin nüfuslu bir dev bir şehir ortaya çıkmıştı.

İstanbul'un kenarında çünkü o yıllarda oralar pek de İstanbul sayılmıyordu.

İstanbullular için surun sadece beş kilometre ilerisinde kurulan bu yeni şehir tekinsiz ve oradaki insanlar yabancıydı.

Orhan Kemal, Taşlıtarla'yı Teksas'a benzetmişti.

İşte Orhan Tahsin ve Ara Güler, İstanbul surlarının sadece beş kilometre ilerisinden kurulan bu yeni şehre sızdılar.

Tam olarak sızdılar çünkü kendilerini Kastamonu'dan gelmiş iki bekar olarak tanıttılar.

Bir oda tuttular, 45 gün boyunca Taşlıtarla'da yaşayıp haberini yaptılar, Ara Güler de o meşhur fotoğraflarını çekti.

Neredeyse bir ilkel Afrika kabilesi keşfine benziyordu bu macera.

Hayat Mecmuası'nda bol fotoğraflı yazı dizisi büyük ilgi çekmişti.

Tam 10 yıl sonra Ara Güler bu kez Akşam Gazetesi'nden Çetin Altan ile birlikte yeniden İstanbul'un bu yeni, yoksul, tekinsiz mahallelerini keşfe çıktı, meşhur fotoğraflarını çekti ve "Al İşte İstanbul" başlıklı bir başka İstanbul içi keşif yazı dizisi ortaya çıktı.

Yazı dizileri büyük ilgi görüyordu çünkü 1950'ler ve 60'larda bütün İstanbullular birinci gündemi ülke içinden ve dışından şehre göçle gelen köylülerdi. Gazeteciler de bu yeni gelenleri yerli İstanbullulara tanıtıyorlardı.

1960 yılında Yaşar Kemal, Cumhuriyet'te "Neden Geliyorlar" başlıklı yazı dizisinde hem göç edenlerle hem de yerli İstanbullularla konuşmuştu:

"Unkapanı, Dolapdere, Feriköyün arkası, alanlar alanlar, gurbetçi dolu hanlar. Sokaklar, caddeler. Sarışın, esmer gün görmüş. Anadolu adamları... Bir lokma ekmek için... Kahvelerin, hanların, yatakhanelerin kurşun gibi değen, çarpan kokulu ağır havası.. Veremler, hastalıklar. Onulmaz yaramız."

Çetin Altan, Yaşar Kemal, Ara Güler sol eğilimli oldukları için yeni gelen köylüleri anlamaya çalışan ve onlara acıyan bir dille yazıyorlardı ama onlar azınlıktı, kalabalıkların hissiyatını bir "İstanbullu" Yaşar Kemal'e şöyle anlatmıştı:

"Beyoğlu bir zarafet meşheriydi. Bu dil bilmez köylüler geldiler. Yürümesini bile bilmiyorlar. Kaya parçası gibi yürüyorlar efendim. Pislik içindeler. İstanbul pislik içinde bu sebepten. Bir otobüse binemezsin. İkisi bindi miydi otobüse bunlardan, kokudan burnunu tıka da kaç ordan. Bunlar geldi, her gün elli cinayet işleniyor. Her gün yüz ev soyuluyor. Bozdular İstanbulu. Tarlaları var, takımları, evleri yurtları var, her şeyleri var efendim bunların. Ama koparlar koparlar gelirler. Bırakırlar bırakırlar gelirler. İstanbulun taşı toprağı altın der gelirler. Çoğu da burada sürünürler ya, gitmezler geri. İstanbul gözlerini kamaştırmıştır, keyif için gelirler."