Cumhurbaşkanı Erdoğan Meclis açılışında konuşurken "Vaat edilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan'dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır. Netanyahu hükümeti Anadolu'yu da içine alan bir ham hayal kurmakta" dedi.
Bu korku ya da propaganda bir süredir medyada ve sokakta dillendiriyor. İsrail'in hedefinin Türkiye de olacağı, Türkiye'nin İsrail ile savaşacağı konuşuluyor. Ya da konuşulması isteniyor.
İsrail'in pervasızlığının her türlü korku ve propogandayı tetiklemesi normal.
Arz-ı Mevud yani Vaad Edilmiş Topraklar meselesi Türkiye'de çok daha eski ve meşhur bir meseledir. Tekvin'deki "Aynı gün, Tanrı İbrahim'e "Senin soyundan gelenlere Mısır Nehri'nden Büyük Nehre, Fırat Nehri'ne kadar uzanan toprakları veriyorum' diyerek bir antlaşma yaptı" ayetine dayandırılan Arz-u Mevud'daki Büyük Nehir Fırat olunca Büyük İsrail'in ucu bizim topraklarımıza da gelir.
Ama Arz-ı Mevud'u gözüne kestirmiş bir siyasi hareket hiç olmadı İsrail'de.
Filistin ve Ürdün'ün tamamını içine alan bir Büyük İsrail, Netanyahu'nun da geldiği Revizyonist Siyonizm'in megola ideasıdır.
Ama Erdoğan'ın bir sonraki cümleleri daha ilginçti ve üzerinde konuşulmayı hakediyordu.
Şöyle dedi: "Hatay Yayladağ'daki Suriye sınırından Lübnan sınırı 170 km. Türkiye, Lübnan'a arabayla sadece 2,5 saat uzaklıkta. Antakya ile Gazze arası Ankara ile Aydın arası kadar."
Tabii ki bunları yaşadığımız coğrafyaya sırtımızı dönmemiz, bu bataklığa girmemiz, taraf olmamız gibi ancak depresyona girmiş bir Türkiye'den beklenecek dış politika tezlerine bir cevap olarak söyledi.
Ve Milli Görüşçülükten kalma Arz-ı Mevud meselesinde olmasa da bu konuda çok haklıydı.
19. yüzyılın sonlarında Beyrut'ta sevdiğine verilmeyen kızlar, İstanbul'daki padişahtan yardım istiyorlardı.
Tarihçi Engin Deniz Akarlı'nın arşivlerden çıkardığı bu gerçek olayın kahramanı
Necla, 1869 yılında Cebel-i Lübnan'da doğmuştu.
Bölgenin en güçlü iki Dürzî ailesinden biri olan Arslanların kızıydı. Babası Dürzî reislerinden Emir Ahmed'in tek oğlu olan Halil Arslan'dı. Siyasetle pek ilgili olmayan, ticari işleriyle ilgilenen baba Arslan'ın yerine o yıllarda ailenin reisliğini, babasının amcaoğlu olan Mustafa Arslan yürütüyordu.
Köy filmlerinin değişmez melodram sebebi beşik kertmesi bir Dürzî âdetiydi de. Aileler, Necla ile ailenin reisi Mustafa Arslan'ın oğlunu büyüyünce evlendirmek üzere anlaşmışlardı.
Ama Necla, Lazaristlerin kurduğu okulda okurken hiç yapmaması gereken bir şey yapmış ve aşık olmuştu.
Hem de Beyrut'ta okulunun yakınlarındaki bir Fransız Cizvit okulunda okuyan yine Arslan ailesinden Emin Mecid adlı bir oğlana.
Yıllar geçmiş ama aralarındaki aşk bitmemişti. Emin 25, Necla 24 yaşındaydı. 1893 yılında iki genç evlenmeye karar verdiler. Bu açıkça töreye meydan okumak, aileler arasındaki anlaşmayı yok saymaktı.
Necla, Emin'i görmemesi için bir eve kapatıldı.
Cebel-i Lübnan'da derdine derman olacak kimse kalmayan âşık Emin, son çare olarak Bâb-ı Âli'ye, sadrazama şikâyet mektubu yazdı. Ama bir çözüm bulamadı.
Bu kez Necla, kapatıldığı evden İstanbul'a hem de doğrudan padişah İkinci Abdülhamid'e bir şikâyet dilekçesi göndermeyi başardı.
Genç kız, 25 Nisan 1894'de gönderdiği telgrafta padişaha şöyle sesleniyordu:
"Yirmi beş yaşındayım ve aklı başında bir yetişkinim. Buna rağmen "istemediğim bir adamla nikâh akdimin icrasına ailem tarafından bir müddetten beri ısrar olunmakta. Bu yüzden hayatımı karartan eza ve cefalara uğratılıyorum. Bu baskılardan kurtarılmam için merhametli padişahımdan başka sığınağım, tutunacak dalım kalmadı... "İşbu muamele-i gaddarânenin tahkikiyle, şer'-i şerif ve kanun-ı münif dairesinde muamele görmekliğim zımnında Beyrut Vilayeti'ne irade-i seniyye" gönderilmesini istirham ederim."
İstanbul bu kez meselenin halli için Beyrut Valisi Halil Halid Paşa'yı görevlendirdi.
Uzun ve acıklı olaylar oldu. Nihayet hastalanan Necla'nın "Şuurunda eser-i halel (bozukluk)" tespit edildi.
Baba Halil, Kızını İstanbul'a götürüp tedavi ettirmek istedi. Bâb-ı Âli'ye soruldu. Hemen cevap geldi: "Gönderin kızı."
Necla, İstanbul'a gitti. Tedavisiyle bizzat Padişah 2. Abdülhamid ilgilendi. Tüm masrafları karşıladı. Sadrazam Ahmed Cevdet Paşa, tedavi süreciyle bizzat ilgilendi. Necla'nın durumu iyice ağırlaştı, hastaneler bile onu kabul etmek istemedi. Ancak üç yıl sonra uzun ve çetin tedaviler sonucunda iyileşebildi.
Bu uzun aşk hikayesinin sonu mutlu bitti, Necla ile Emin muradına erdi.
Beyrut ile İstanbul arasındaki yakın ilişki ise 20. yüzyılda da devam etti.
Bundan sonra 100 yıl önce Diyarbakır'dan İstanbul'a gitmenin en kestirme yolu karayoluyla Beyrut'a gelip, gemiye binmek ya da Halep'e gidip trene binmekti.
Mesela Atatürk 1918'de Diyarbakır'dan İstanbul'a giderken, Diyarbakır'dan Mardin'e oradan Halep'e gidip trene binmişti.
Hicaz Demiryolu yapılmadan önceki en kestirme rota da Beyrut'a gidip gemiye binmekti.
Yine bu yüzden 1970'lerde bile Mardin'de iş arayanlar İstanbul'a, Mersin'e değil, Beyrut'a çalışmaya gidiyorlardı.