Dalgaların altında kalmadan yaşamak

Yaz boyu çarşaf gibi duran deniz, Ekim rüzgârlarıyla birlikte çalkalanmaya başladı. Bu mevsimde denize baktığımda maalesef kafamın içinde yankılanan şu cümle huzurlu düşüncelerimi darmadağın ediyor: "Ülkemiz yine çalkantılı ve zor bir dönemden geçiyor."

ok sık duyduğumuz bu cümle bir yanıyla buz gibi doğru. Ülkemiz, dünyamız ya da insanlık... Sakin mevsimlerdeki denizler gibi duru bir zamanını en son ne zaman yaşamıştı, bunu hatırlamak zor. Bir yanıyla da yorucu bir gerçek. ünkü sürekli tekrar edilen bu cümle, insanı ister istemez bir umutsuzluğa itiyor.

Oysa elde ve avuçta kalan son şey olan aklımızı ve umudu korumalıyız. Onları da elimizden almak istedikleri ortada ancak hiçbirini çalmalarına izin veremeyiz. Peki söylemesi hoş ama bu çalkantılı hayata nasıl direneceğiz Ekonomik buhranlar, yasaklar ve otoritenin zulmü dalga dalga üstümüze gelirken, biz bütün bu insani kaygıları yenerek, suyun üzerinde nasıl kalacağız

Zihnim bunu ararken rüzgâr çıktığında sahile gelen birkaç sörfçüyü anımsadım. Denizin hırçınlaştığı günlerde tahtalarını omuzlayıp suya giriyorlardı. Düşündüm. Eğer rüzgârı yönetemiyorsak, o zaman yelkenimizi bizi devirmeyecek şekilde ayarlamayı öğrenmeliyiz. ünkü rüzgârı idare etmeyi bilmeyen kaptan gemisini yürütemez. Ve sanırım artık çoğumuz farkındayız; Donald Trump'ın yanında dizilen onca dünya liderine bakınca kaptanların gemileri ne derece iyi yönettiği ciddi biçimde kuşku uyandırıyor. Makro tabloda hal böyleyken mikro ölçekte kendi hayatlarımızı batmadan nasıl idare edeceğiz Denge kurarak. Peki, bunu alıp cebime koydum. Elde var bir.

Bunun peşi sıra Turgut Uyar'ın "Benim dengemi bozmayınız" şiiri geliyor hemen aklıma. Demek zihnim, bir bilinç akışıyla birlikte kaygılar denizinin dalgaları üzerinde sörf yapmaya başladı. Güzel. O halde hayatı sanatla anlamlandıranların ipuçlarıyla bu sörfü devam ettireceğiz.

Tam da o an geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz İlhan Şeşen çalmaya başlıyor kulaklığımda. Ne şans. Şarkının ismi "Rüzgâr" ama rüzgârı anlatmaktan çok rüzgârın bize anlattıklarına kulak vermeye çağırıyor bizi Şeşen. "Sevmeyi, esmeyi ve geçmeyi anlatan rüzgâr."

Rüzgâr ve sörf birleşiyor kafamın içinde. Rüzgârlar çıkıp, sörfçüler kıyıya inince, yaz bitip de kentlere dönen kalabalıklar geliyor aklıma hemen. Ve işte insanların, yazın o kaygısız güzel anlarının bitişi ve endişeli düşüncelere savrulma zamanı... Döndük mü yine en başa Zihnim yine oraya döndüğüne göre sanattan daha fazla güç almaya ihtiyacım var demek ki... Hafızamın dümenini iyi ve güzel hatırladığım eserlere doğru tekrar yöneltiyorum... Bu defa Oya – Bora "Sevmek Zamanı" çalıyor kafamda. "Neden bu şarkı geldi acaba aklıma" diye düşünürken işlemcimin neleri birbiriyle birleştirdiğini anlıyorum. Bu şarkı Emir Kusturica'nın "ingeneler Zamanı" film müziklerinden birinin Türkçe uyarlaması. Sinemalarda henüz X-Men ve Magneto rüzgârları esmeden çok önce metale hükmedebilen ama kalbine söz geçiremeyen Perhan'ın Azra'ya aşkının anlatıldığı o film.

Hani Perhan ve kardeşi köyden ayrılır da biricik ninesi teneke bir kutuya torunları için elma şekerleri hazırlayıp koyar. O esnada Perhan gelecek için umutludur. Gidişinden dolayı hüzünlenmekte olan herkesi tek tek teselli eder. Hareket vakti geldiğinde binip sıkıştığı bagajda bile öyle metanetlidir ki, ta ki kutuyu açana kadar... O veda sahnesinde bütün köy arabanın ardından koşup geride kalırken Perhan teneke kutuyu açıp da kıpkırmızı elma şekerlerini görünce göz yaşlarını tutamaz. Ben de ne zaman izlesem o sahnede göz yaşlarımı tutamam. Kentlere dönüş deyince ilk bu filmin aklıma gelmesi o yüzden olmalı.

Ah o sahne, aslında bütün gitmelerin hikâyesidir. Bazen biraz meyve, biraz yemiş, birkaç lokma kek, biraz poğaça. Sen giderken yanında seni sevenlerden birer parça... Ailesi tarafından yolculuklara uğurlanmış herkes bilir; "anne babalık ilk günden son güne evlatlarını doyurabilme hikayesidir."

Bunu da koydum cebime. Zihnim ilerlemeye devam ediyor... Ve hemen Charlie Chaplin'in annesi geliyor aklıma.

İki oğlunu doyurabilmek için; bulduğu ekmek parçalarını avcunun içinde ufalayarak onlar için sade suya papara hazırlardı. Bir gün o ekmek parçalarını da bulamadığında aklını yitirip İngiltere'de bir akıl hastanesine kapatıldı. Yıllar sonra Chaplin Amerika'da insanları güldürerek dünyanın en ünlü insanı olduğunda annesini yanına aldı. Milyarderdi, annesine "artık kaygı duymaması gerektiğini" göstermek, onu ömrünün son günlerinde rahat ettirmek istiyordu. Ancak anne her dakika eline ne verilse avucunun içinde ekmek parçası varmış gibi ufalamaktan ve "sizi doyuramadım, sizi besleyemedim" diye mırıldanmaktan kendini alıkoyamıyordu. Ne acıdır ki bir anne olarak doğanın kendisine verdiği en temel görevi yapamamanın vicdan azabını ömrünün son gününe kadar yaşadı.

Bizler "Altına Hücum" filminde Şarlo'nun açlıktan ölmemek için bir ayakkabıyı pişirip yemesine, ayakkabının bağcıklarını spagetti gibi hüpletmesine gülerken, o sahnenin perde arkasında büyük acılar yatıyordu. Chaplin'e Robert Downey Jr'ın hayat verdiği muhteşem bir biyografi olan "Chaplin" adlı bu filmde, Chaplin'in annesini ise, Chaplin'in kızı Geraldine Chaplin canlandırır.

Hayat ne tuhaf. Bir torun, yıllar sonra hiç tanımadığı babaannesini canlandırabiliyor ve bir sinemacı yaşadığı büyük acılarla tüm dünyanın yüzünde büyük bir gülümseme yaratabiliyor.

Sen en son hangi acına gülümsedin Acılarına gülümseyemiyorsan belki de *"ingeneler Zamanı"*ndaki Perhan'ın "Ederlezi Avela" şarkısıyla birlikte tavernada dağıttığı o unutulmaz sahne gibi senin de biraz dağıtmanın zamanı gelmiştir.

Evet, denize bakarak başladığım düşünceler güzel bir yere vardı. Bence bunu bir yazıya dönüştürmeliyim dedim o an. Ve bu yazıyı okuyanlar hemen ailesine de okumalı. Politikacıların boş lafları artık karnımızı doyurmuyorsa içi dolu sözler etmek ve içi dolu şeyler düşünmek bizlerin işidir. Siz "öfkemizi iyimserlikle pasifize mi ediyorsunuz" diyenler olabilir. Hayır, hem bir eylem biçimi öneriyor hem direnmenin estetiğini de vurguluyorum. Bunu dünyanın en zor eylemi olan "insanı iyi hissettirmeyi" deneyerek yapmayı arzuluyorum.

İnsanlar bu düşünceleri aileleriyle okumalılar ve sonra eldeki imkânlarla güzel bir sofra kurup yaşadıkları ne varsa hepsine hep beraber bir güzel gülmeliler. Hayatta olmayanlar varsa onlara da yalnız dualarını değil gülümsemelerini de göndermeliler. ünkü giden sevdiklerimiz, sevdikleri mutlu olsun ve olabildiğince gülümsesin isterler.

İşte şu an o yazıyı okuyorsunuz. Elbette bir düşünüp hesap yapabilirsiniz okurken. Mutluluk ve mutsuzlukları terazide tartıp da hangisi az hangisi çok hesabı yapabilirsiniz. Ama bu haksız bir sonuca varmanıza sebep olur. ünkü iyi şeyler az bile çıksa — ki çok olması pek rastlanır bir olasılık değil — onlara az deyip güzelliğini hafifletmek tam da umudumuzu çalmak isteyenlerin arzu ettiği bir bakış açısı olur. Şöyle düşünün: "Kötüler zulmederken her şeyimizi alamadılar ve biz de iyi güldük, biz de eğlendik, biz de mutlu olduk."