Kendimizi kendimiz mahkûm ediyoruz

Son bir haftadır 28 Şubat darbesiyle alakalı yazılıp çizilenleri ve söylenenleri takip etmeye çalıştım. Bizim cenahta hâkim olan tavır, maalesef savunma refleksli bir tavır. Ne yazık ki bu tavır içselleştirilmiş ve nesilden nesile aktarılan bir kanser.

Müşahhas bir misalle ne demek istediğimi izah edeyim: 28 Şubat darbesi ve cuntacılar konuşulurken söz dönüp dolaşıp Ali Kalkancı, Fadime Şahin gibi o dönemin figürlerine getirilip, sanki onlar olmasaydı 28 Şubat darbesi olmayacakmış gibi anlatılıyor. Bir de birbirini darbeye yol açmakla suçlayan cemaatler, oluşumlar var. Bu tavırla farkında olmadan darbecilere şu denilmiş oluyor: Aslında biz uslu, tam da sizin istediğiniz gibiyiz ama işte birileri aramızı bozuyor, bizi yanlış tanıtıyorlar.

Mezkûr tavır sadece 28 Şubat darbesiyle alakalı değil. Her mevzuda aynı tavır takınılıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında Müslümanlara uygulanan baskı ve zulümle bünyeye giren 'savunma' psikolojisinden hâlâ kurtulamadık. 20 yılı geçen AK Parti iktidarında bile, Başkan Recep Tayyip Erdoğan'ın Eski Türkiye'nin statükosunu dağıtmasına rağmen gerek bürokraside olsun gerekse aydın kesimimizde olsun, hadi korkaklık demeyeyim de çekingenlik sürüyor; "Aman dikkat edelim, ama tepki almayalım, aman fincancı katırları ürkütmeyelim". Halk da bu kesimlere bakıp, "Demek böyle yapmak lazım" diyerek bir kenara çekiliyor.

Bu anlamda da bizim cenahta, zihinde de olsa 28 Şubat psikolojisi devam ediyor. Görüştüğüm bazı bürokratlarla konuşurken anlattıkları karşısında "Yahu bu arkadaş 28 Şubat cuntasının hüküm sürdüğü yıllarda kalmış, AK Parti'nin iktidara geldiğinden haberi yok galiba" demekten kendimi alamıyorum. Ürkek tavırlar, alt kadrolardaki karşıt görüştekilerden çekinmeler, inisiyatif alamama...