Merkez Bankası Başkanı Karahan, Türkiye'de yastık altında tutulan altınların tahminlere göre 400-500 milyar Dolar aralığında bir değer taşıdığını" söyledi.
Başkan, konuşmasında altınların kullanımıyla ilgili başkaca bir değerlenme yapmamış olsa da, ortaya koyduğu tespit, geçmişten beri her fırsatta dile getirilen "yastık altındaki altınların ekonomiye kazandırılması" konusunu gündeme getirdi.
Bu, kulağa oldukça hoş gelen bir fikir. Hele Türkiye'nin kaynak sıkıntısı çektiği, enflasyonun %80'lere kadar yükseldiği, ciddi bir dış borç ve cari açık sorunuyla boğuştuğumuz son yıllarda…Ekonomiye kazandırılacak böyle devasa bir kaynak neleri sağlamaz ki…
Altın gibi atıl duran değerlerin, ekonominin kayıtlı finansal varlıkları yekünuna dahil edilerek buradan üretilecek kaynağın ülkenin mali darboğazdan kurtarılmasında, üretimde, ekonomik gelişme ve kalkınmada itici ve canlandırıcı bir güç olarak kullanılması, öteden beri ekonomistlerin ve maliyecilerin üzerinde durdukları bir konu…
Buradaki mesajın özü şu:
Vatandaşın elindeki miktarı bilinmeyen altınları kayıt altına alalım. Teslim alınan altın, bankanın emanetinde olduğu gibi dursun ve sahiplerine belirli bir getiri sağlasın. Biz de buna dayalı "kaydi para," yani finansman veya yatırımda kullanılabilecek bir "kredi hacmi oluşturalım.
Vatandaşın özel mülkiyetindeki kayıt dışı altın; para arzına, rezervlere, kredi kapasitesine dâhil değildir. Üretim ve yatırım süreçlerine katkı vermez; sadece sahibine psikolojik bir güven ve enflasyona karşı korunma sağlar. Bankacılık sistemi, devlet, şirketler veya kişiler bu altını "borçlanma veya yatırım kaynağı" olarak kullanamaz.
Eğer bu servet, fiziki olarak bankaya geçer veya altın hesabına dönüştürülürse, banka bunu bilançosuna alır; pasifte mevduat, aktif tarafta borç verme veya "swap" aracı olarak kullanabilir. Yani sistemde "likit teminat" veya "rezerv artışı" oluşur. Banka, bunu "altına dayalı kredi," "tahvil," "finansman aracı" veya "merkez bankası nezdinde teminat" olarak kullanabilir. Böylelikle bankacılık sisteminin "teminat tabanına" eklenmiş olur. Bu da doğrudan doğruya, sistemin borç verme kapasitesinin, yani kredi hacminin artışı demektir.
Finansal sisteme dahil edilen bu kaynak, aynı zamanda rezervleri güçlendirir, dolaylı bir kaynak etkisi sağlar ve ülkenin dış borçlanma riskini düşürür. Diğer taraftan, finansal kredi derecelendirmesinde ve ülke risk priminde olumlu etki sağlar.
Buraya kadar duyduklarımız oldukça heyecan verici ve sevindirici…Ama bu her zaman düşünüldüğü kadar iyi sonuçlar vermeyebilir.
Ekonomi ve finans teorisi, sisteme kazandırılan potansiyel kaynakların; "yatırımın," dolayısıyla "üretimin ve ekonomik kalkınmanın" motoru olacağını söylüyor. Ama acaba pratikte her zaman böyle mi olur
Ortada hiç gözükmeyen bir kaynağın sisteme dahil edilmesiyle yeni bir "borçlanma kapasitesi" ve "kredi hacmi"oluşturulması, "iki ucu keskin bıçak" gibidir.
Neden Çünkü yeni bir para kaynağı, hele "borç para kaynağı," kırılgan ekonomiler ve bu kapsamda ekonomik rasyonellikten uzak bireyler, girişimciler ve yatırımcılar için kısa sürede güçlü bir "doping" etkisi sağlayacak kadar caziptir. Fakat bu etki alışkanlığa dönüştüğünde ve kontrolsüz biçimde sürdürüldüğünde, sistemde kalıcı tahribat yapan bir "toksisiteye" dönüşür.
"Yastık altındaki altınları ekonomiye kazandırmak" söylemi, kaynağın kendisini değil, kullanıldığı zemini test eder. Bu bağlamda, bir ülkenin kalkınma kapasitesi; "kaynak bolluğuna" değil, "kaynak kullanma becerisine" ve "kaynağı kullanma sistemine" bağlıdır.
Dolayısıyla, eğer bir ülkede;
-Devlet kamu harcamalarında popülist ve israfçı politikalar güdüyor ve kaynaklarını verimsiz alanlarda kullanıyorsa,
-Kamu istihdamı aşırı derecede şişkin boyutlara varmışsa,
-Ekonomi, faiz-döviz-enflasyon sarmalına kapılmışsa ve sürekli cari açık veriyorsa,
-Ekonomide değer üretme kapasitesi yoksa ve kaynaklar etkili kullanılamıyorsa,
-İşgücü performansı ve verimliliği düşükse,
-Yenilikçi ve yüksek katma değerli üretim ve ihracat yapılamıyorsa,
-Girişimcilik kültürü ve yatırım anlayışı, rekabetçi ve teknolojik ürünlerin üretimine dayanmıyorsa ve sermaye bütünüyle inşaat, emlak, konut yatırımları ve rant kaynaklarına yöneliyorsa; ekonomiye kazandırılan altına dayalı finansman kaynakları da ekonominin bu bozuk zemininde heba olur gider.
Altın, döviz, borç, fon veya rezerv fark etmez; eğer sağlanan kaynak verimsiz, kısa vadeli, siyasi güdümlü veya rant temelli alanlara akıyorsa: gerçek üretim artmaz, teknolojik kapasite oluşmaz, sürdürülebilir bir değer sistemi oluşmaz ve sonuçta kaynak buharlaşır.
Kaynakların kötü kullanıldığı bir ekonomide, sisteme giren her yeni kredi, ister altına, ister dövize dayalı olsun; üretimi değil, fiyatları artırır.
Diyelim ki, vatandaşın sisteme soktuğu altına dayanarak banka kredi üretti. Bu kredi de nitelikli ve katma değerli, ülkeye döviz kazandıracak teknoloji yatırımlarına değil de; gösterişli kamu binalarına, emlak ve inşaat yatırımlarına, lüks otomobillere ve ithal mallara yöneldi. Burada yatırıma gidiyor gibi görünen kaynak, gerçek değer üretimi ve büyüme değil; fiyat artışı ve borç şişmesi meydana getirir.
Başlangıçta, yeni kaynağın ekonomiye sokulmasıyla iç piyasada finansman akışı, sektörel canlanma ve kısa vadede refah hissi ortaya çıksa da, bu uzun vadede "borçla finanse edilen tüketim artışına" dönüşür.

3