Türkiye, son 25 yılda, muhafazakâr dindar kesimlerin yaşadıkları hızlı zenginleşmeye, refah ve konfor artışına bağlı beklenmedik güç ve itibar sıçraması sürecinin yol açtığı kimlik sapması ve statü uyumsuzluğu sorunlarıyla karşı karşıya bulunuyor.
Türkiye'de dindar muhafazakâr çevreler uzun yıllar boyunca hem ekonomik hem de kültürel anlamda sosyal yapının alt basamaklarında yer aldı. Devlet yönetimi ve ekonomik kaynaklar üzerinde söz sahibi olan merkezî elitlerin karşısında kendilerini dışlanmış, ötelenmiş ve fırsat eşitsizliği içinde hissediyorlardı. Bu nedenle sade, kanaatkâr, gösterişten uzak ve çoğu zaman maddi imkânsızlıklarla sınanan bir hayat tarzı, yalnızca zorunluluğun değil aynı zamanda sahip olunan dünya görüşü ve inanç prensiplerine riayet etmenin de bir gereğiydi.
2002 de iktidarın el değiştirmesi, uzun yıllar kamusal görünürlükten dışlanmış dindar muhafazakâr kesimlerin siyasi merkeze taşındığı güçlü bir temsil hamlesi olarak doğdu. Fakat bu hamlenin ardından gelen hızlı statü, güç ve zenginlik artışı, bu kadrolarda derin bir kimlik sarsıntısına yol açtı. Yoksul, horlanmış ve alt kategoriye yerleştirilen bir toplumsal zeminden gelen yöneticiler, kısa sürede üst sınıfın gelir düzeyine, hayat standartlarına ve prestij araçlarına ulaştılar.
Ancak yeni iktidar seçkinleri, içinden çıktıkları sosyolojik tabandan ve temsil ettikleri seçmen kitlesinden hızlı bir kopuş, farklılaşma ve uzaklaşma sürecine girdiler. Bu, özellikle söz konusu tabandan, maddi gelir, refah düzeyi ve hayat standartları yönünden belirgin bir uzaklaşma biçiminde gerçekleşti. Ayrıca, içine girilen sosyal ve ekonomik ortam, bürokratik çevre ve yeni ilişki ağı ile taban arasında oluşturulan hiyerarşik kademeler, sınırlar ve bariyerler nedeniyle fiziki ve fiili bir erişilmezlik olarak kendisini gösterdi.
Tabandaki kitle, içlerinden çıkan ve öncesinde her yönden benzeştikleri bu temsili figürlerin kendilerinden dramatik kopuş ve uzaklaşmasını, "bizden biriydi, artık bambaşka biri oldu" veya "sürekli beraberdik, artık telefonlarımıza çıkmıyor" gibi ifadelerle ortaya koyuyor.
Öte yandan elitlerin eriştikleri zenginliği, konforu ve makamlarının sağladığı gücü abartılı ve rüküş biçimde sergileme eğilimleri, oldukça göze batar ve rahatsız edici bir hal alıyor ve kıyasıya eleştiriliyor.
Elitlerin bir taraftan, geçmişteki "israf ve gösterişten uzak olma" söylemleriyle taban tabana zıt bir hayat tarzını sürdürürken; diğer taraftan iktidara geliş sürecinde merkezi güce karşı kullandıkları retorik ve klişeleri sık sık tekrar ederek tabanlarıyla aidiyet bağlarını güçlendirmeye ve desteklerini arttırmaya yönelmeleri, içtenlikten uzak ve çelişkili bir duruma düşmelerine neden oluyor.
Burada, konunun özüne ilişkin iki temel sorunun sorulması gerekiyor:
-Zenginleşen ve güçlenen eski dönemin mağdur ve dışlanmış kadroları; neden iktidara geldikten sonra içinden çıktıkları kesimden farklı olma, aralarına mesafe koyma, onlardan kopma ve uzaklaşma ihtiyacı duyuyorlar Neden özellikle onlardan üstün olduklarını kendilerine hissettirmek ve bariz bir şekilde göstermek istiyorlar
-Bu kesim, artık imrendikleri yüksek gelir düzeyine, güç ve itibara fazlasıyla kavuştukları halde; neden eriştikleri sosyal yapının gerektirdiği sınıf kültürüne, davranış normlarına ve kriterlerine uygun hareket etmiyorlar
Burada öncelikle, yaşanan hızlı yükselişin, iki temel açmazı görünür kıldığı gerçeğini tespit etmemiz gerekiyor:
-İlki, geçmiş dışlanmışlıklarını ve horlanmışlıklarını telafi etmek üzere, eski guruplarına üstünlük sergileme ve mesafe koyma eğilimi,
-İkincisi ise, girdikleri yeni sınıfın kültürünü tam içselleştiremeyip eski sınıftan kopmuş, ancak yeniye de tam uyum sağlayamamış olmayı gösteren bir "arada kalmışlık" hali.
Birinci açmaz, büyük ölçüde geçmişte yaşanan ötekileştirilme, küçümsenme ve "merkezden dışlanma" deneyimlerinin benliklerinde bıraktığı travmatik izlerin, yeni güçle birlikte telafi edilme arzusuyla tetiklenmesinden kaynaklanıyor. Kibir ve azamet gösterileriyle ortaya çıkan bu eğilimi, klinik ve sosyal psikoloji literatürü, "telafi edici narsisizm" olarak tanımlıyor. Buna göre kişi, içten içe hissettiği değersizlik tortusunu, abartılı özgüven görüntüleri ve üstünlük jestleriyle örtmeye çalışır. Lüks konutlar, konvoylar, geniş koruma katmanları, yüksek maliyetli temsil tercihleri ve "ulaşılmaz" protokoller bu zırhın dışa vurumları olarak görülmelidir.
Bu davranış kalıbı, Nietzsche ve Scheler'in tartıştığı "ressentiment" duygusuyla, yani "vaktiyle kendilerinden üstün olanlara karşı gecikmiş bir rövanş arzusuyla" da beslenir. "Zamanında çok çektik ve büyük mahrumiyetlere katlandık. Bize yapılanları telafi ediyoruz ve öcümüzü alıyoruz" şeklindeki anlatı, ahlaki süzgeçten geçmemiş ve tartışılır nitelikteki ayrıcalıkları tabana karşı rasyonelleştirme işlevi görüyor.
"Sosyal kimlik" teorisinin işaret ettiği "kara koyun etkisi" de burada açıklayıcı bir çerçeve sunuyor: Bu bağlamda yeni elit üyeler, alt statülü eski gruplarının sık sık gündeme getirdikleri değer setleri ve referansların uyandırdığı çağrışımların kendilerine yapışmasından kaçınmak için, onlardan bilinçli biçimde uzaklaşır ve yeni sınıfın kodlarına aşırı uyum gösterirler. Bu uyum, statü kaybı tehdidine karşı kontrol ihtiyacını güçlendirir. "Eleştiriye sıfır tolerans," "mutlak sadakat beklentisi" ve "buyurgan üslup," kaybetmek istemedikleri konumlarını kitleye karşı koruma refleksinin siyasal dildeki karşılıklarıdır.
Zihinlerde oluşan "Şimdiye kadar verdiğimiz mücadele ve gösterdiğimiz üstün fedakârlıkların karşılığında, bu imkan ve avantajları kullanmak en doğal hakkımız" şeklindeki "ahlaki izin" (moral licensing) mekanizması; zaman içinde titizlikle korunması gereken değerlerin yerini "meşrulaştırıcı gerekçelerin" almasına yol açar. Böylece iktidarın ilk yıllarında samimi kaynaşmaya ve bütünleşmeye dayalı ve tabanla sıcak teması sağlayan temsil dili; yerini erişilmezliğe, gösterişe ve tepeden bakmaya" bırakır. Dışarıdan kibir olarak görünen bu tablo, içeride açıkça bir "statü kaybetme korkusunun" sıkıştırdığı benliğin savunma duvarları olarak değerlendirilebilir.

14