'Lee' eski bir modelin zaman içinde 2. Dünya Savaşı'nda cepheye gidip tarihi kadrajlara imza atan bir savaş fotoğrafçısına dönüşmesini anlatıyor. Ellen Kuras imzalı filmde dirayetli, vicdanlı, cesur bir kadın portresi sunan ana karakter Elizabeth 'Lee' Miller'ı Kate Winslet canlandırıyor. İngiliz oyuncu izlemeye değer, gerçeklik çizgisinde bir performans sergiliyor.
Fransa'da, 2. Dünya Savaşı esnasında Nazi işgalinden kurtulma aşamasındaki Saint-Malo adlı sahil kasabası... Başında miğfer, yoğun kurşun yağmuru altında fotoğraf çekmeye çalışıyor ama bir patlamayla dağılıp gidiyor... Yanına gelen asker onu daha uygun bir yere götürmeye çabalıyor. Sonrasında zaman 1977'ye atlıyor. İngiltere'de, Sussex-Farleys'deki çiftlik evinde artık yaşlanmış bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Genç bir gazeteci ona sorular yöneltiyor ve anlattıkları eşliğinde geri dönüşlerle tarihsel bir yolculuğa başlıyoruz...
Görüntü yönetmeni olarak tanınan ama sonraları yönetmen kimliğini de üzerine geçiren Ellen Kuras imzalı 'Lee', hayat serüvenine farklı noktalarda başlayıp nihayetinde bambaşka çizgilere ulaşan güçlü, dirayetli, vicdanlı bir kadının gerçek öyküsüne kulak veriyor. Söz konusu odak noktası 1907'de New York'ta doğan Elizabeth Miller. Vogue dergisi için modellik yapan, bohem çevrelere takılan, avangart fotoğrafçı Man Ray'in gözdesi olarak dikkat çeken bu genç kadın 2. Dünya Savaşı sırasında kendine yeni bir rota çizmiş, önce British Vogue dergisi için bombardıman altındaki Londra'dan yakaladığı kadrajlarla ön plana çıkmıştı. Daha sonra cepheye giderek burada savaşın dehşetini tüm gerçekçiliğiyle yansıtan kareleriyle çığır açan bir sanatçıya dönüşmüştü.
Haberin Devamı'Lee' onun bir anlamda takma adıydı, çünkü bu cinsiyet ayrımını yok eden isim sayesinde savaş ortamında kadınların giremediği yerlerde çekim yapabilme imkânına kavuşuyordu. Ellen Kuras'ın yapıtı Elizabeth 'Lee' Miller'ın serüveninde gezinirken koca bir hayattan geri dönüşler eşliğinde pasajlar alıyor ve genel resmi seyircisinin tamamlamasını istiyor sanki. Bu pasajlarda ne var derseniz önce Miller'ın yaşadığı 'tatlı hayat'tan kesitler izliyoruz. Onu, 1938'de Fransa'nın güneyinde model ve sanatçı arkadaşlarıyla eğlence dolu bir dünyanın içinde buluyoruz. Kendi ifadesiyle resim yapıyorlar, yiyip içiyorlar, dans ediyorlar... Lee bu ortamda ressam, tarihçi ve şair Roland Penrose'la tanışıyor, âşık oluyor ve yaptığı teklifi kabul ederek onunla birlikte Londra'ya yerleşiyor. Derken savaş kapıyı çalıyor. Miller bu dönemi şöyle tarif ediyor: "Bir sabah kalktık, Hitler Avrupa'nın en güçlü adamı olmuştu."
Haberin DevamıSonrasında onun savaş ortamında British Vogue'a başvurmasını, burada derginin ünlü editörü Audrey Withers'la işbirliğini, dönemin ünlü fotoğrafçılarından Cecil Beaton'la çekişmesini izliyoruz. Lee dirayetli kişiliği, tuttuğunu koparan yapısıyla çok geçmeden cepheye uzanıyor ve burada hafızalara kazınacak kareler yakalıyor. Life dergisi için çalışan David Scherman'la birlikte hareket ediyor, Paris'in kurtuluşuna tanıklık ediyor, peşi sıra Dachau Toplama Kampı'na girip soykırıma, yaşanan zulme ilişkin ilk kareleri çekiyor. Ve nihayetinde Scherman'la, Hitler'in Eva Braun'la birlikte intihar ettikleri gün Führer'in Amerikalı askerler tarafından işgal edilen Münih'teki evine giriyorlar ve burada banyodaki o meşhur pozu çekiyorlar...
Haberin DevamıEllen Kunas'ın filmi biyografi türüne ait genel sorunları elbette taşıyor. Şöyle ki seyirci olarak Liz Hannah, Marion Hume, John Collee üçlüsünün kaleme aldığı senaryonun odaklandığı dönemin dışında kalan bölümleri merak ediyorsunuz (nitekim ben bu merakın karşılığı olarak Lee Miller hakkında birçok yazıyı okudum). Bu durum bir yandan filmi eksik hissettiriyor ama öte yandan da yönetmenin ve senaristlerinin asıl olarak ele aldıkları karakterin tarihteki derin görünen izlerini takip ettikleri izlenimini veriyor. Filmde en beğendiğim yanlar Paul Eluard'ın, bizde Zülfü Livaneli'nin şarkısıyla popülerleşen 'Ey Özgürlük' adlı şiirinin o karanlık günlerde uçaklardan atılarak insanlara umut aşılayan bir işlev üstlendiğinin gösterilmesi ve yine Eluard'ın Nazileri tanımlarken "Hedefleri sadece Yahudiler değildi, fikri olan herkes, ideallerine uymayan herkes hedefleriydi" şeklinde tanımlarda bulunduğu bölümlerdi. Fransız şair bu kesimlerin aniden kaybolduğunu, trenlere bindirildiğini, yaşlı kadınlar, çocuklar vs. hiçbirinin bir daha geri dönmediğini ifade ediyordu.
Haberin Devamı