Herkes ABD Başkanı Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dostluğunu konuşurken...
"Silivri'ye ilk geldiğim günlerde avluda otururken başıma yukarıdan bir şey düştü. Önce enseme vurdu, sonra sırtımdan kayarak sandalyenin üzerinde kaldı. Dönüp baktığımda yuvasından tüysüz, pembe bir yavru serçenin düştüğünü gördüm. Hareket etmiyordu. Okuduğum gazetelerden bir sayfa aldım. Gazete kağıdına sarıp çöpe atacaktım. Elime aldığımda ağzını açtı. Henüz ölmemişti. Bizim oralarda ölmek üzere olanlara rahat ölmesi için su verilir. Ben de bu refleksle musluğu açıp gagasına hafif su tuttum. Birden başını sallayarak keskin bir ses çıkardı. Demek ki bayılmıştı. Önce ensemde saçlarıma çarpmış, sonra sırtımdan yuvarlanarak sandalyenin minderine düşmüştü. Bu şanslı düşüş hayatını kurtarmış, ölmemiş, bayılmıştı.
Silivri'de tecritte bir hücrede, elimde yaralı bir yavru serçeyle kalakalmıştım. Neden sonra metal karavana kabı aklıma geldi. Gazete sayfalarını yırtıp, küçük parçalar halinde kabın altına yerleştirdim. Üzerine kağıt havlular koyarak yumuşattım ve bu pembe tutukluyu içerisine bıraktım. O sırada eşim Tuba ziyaretime geldi. Hücreden çıktığımda, ben gelinceye kadar acaba yavrucuk ölür mü, diye düşündüm. Tuba geldiğinde hücre hayatının tüm detaylarını anlatırım. Bu sayede Tuba'nın rutin hayatımı bilmesini ve bilinmezliğin endişesini yaşamamasını umut ederim.
Serçe yavrusu konusunda Tuba'ya bir şey anlatmadım. Oysa hücre hayatında yaşanan önemli bir olaydı. Yavru serçeden bahsedersem ve yaşaması mümkün olmazsa, bunu Tuba'ya söylemek zorunda kalacaktım. Arabasının arkasında sokak hayvanları için mama taşıyan Tuba'nın, yavru serçe için yaşayacağı üzüntüyü tahmin ettiğim için hiç bahsetmedim.
★★★
Avukat görüş odasından hücreye döndüğümde serçe hareketsiz duruyordu. Parmağımla hafifçe dokundum, hareket etmiyordu. Nefes alıp almadığı anlaşılmıyordu. Bu defa parmağımı ıslatıp gagasına sürdüm. Başını oynattı. Yaşıyordu. İçtiğim sigaranın dumanından rahatsız olmasın diye yukarıya, pencere kenarına koydum.
Bütün gece boyunca aklım serçedeydi. Ara sıra kalkıp hareket edip etmediğine baktım. Hareketsiz, öylece yatıyordu. Ertesi sabah ilk iş olarak pembe ve tüysüz tutukluyu kontrol ettim. Hareketsizdi, ölü gibiydi. Aşağı indirdim. Karavana kabının içinde duran ölü serçe yavrusu hüzün veriyordu. Üzüntü ve sıkıntıdan bir sigara yaktım. öpe atmak için karavana kabını aldığımda sarsıntıdan uyandı ve ağzını açarak kocaman açarak çığlık attı. Ölmemişti ve çığlığın gücüne bakılırsa ölmeye de niyeti yok gibiydi.
Suyun mucizesini gördüğüm için ağzına parmağımla birkaç damla su koydum. Kendisine geldi ve o küçücük bedenden o güçlü çığlığın nasıl çıktığına hayret ettirecek sesler yapmaya başladı. Bunun üzerine karavana kabını tekrar yukarı çıkardım. Artık hücremde başka bir türden, bakıma muhtaç ve nasıl bakacağıma dair en küçük fikrim olmayan pembe, gürültücü ve küçücük bir hücre arkadaşım vardı. Onu kısa sürede çok sevmiştim.
★★★
Hapishanede, hücrede ve tecritte olmanın tek gerçeği mutlak yalnızlıktır. Bu davetsiz misafirle ilgili ne soru soracak başka biri var, ne okuyacak bir kitap, ne de soracağınız bir Google... Burada düşüncenin gücüne inanmak zorundasınız. Doğru düşünürseniz kuş olup hücreden uçar gidersiniz. Düşünce yetinizi doğru kullanamazsanız, beton ve demirden oluşan bu kuyuda delirirsiniz.
Yavru kuş yuvadan düşmeseydi, annesi dışarıda bulduğu yiyecekleri kursağına koyacak, sonra da yavrusunun ağzına boşaltacaktı. Tamam da Silivri'de anne serçe ne yer Hadi yedi diyelim, ben bu yiyecekleri hücrede nereden bulacağım Sonuçta elimde sadece ekmek, peynir, zeytin var.
Ekmeğin içinden bir parça koparıp, biraz çiğneyip, küçücük bir ekmek köftesi yapıp, tam çığlık atarken ağzına koydum. Vücuduna göre kocaman ağzında bu küçücük köfte kayboldu. Tekrar ağzını açıp bağırmaya başladı, iki tane daha verdim. Devam etsem koca ekmeği yiyecek gibiydi... Üstüne birkaç damla su verdim, sustu.
★★★
Bundan 5 yıl önce Beyoğlu Tünel'de, bir antikacının vitrininde kırmızı bir akordiyon gördüm. Akordiyon bizim memleketin piyanosu olup, benim nazarımda dünyanın en estetik, en gizemli ve en güzel sesli enstrümanıdır. Uzun pazarlıklar sonucu antika sayılabilecek bu akordiyonu aldım. Ustalarını bulup onarttım. alınacak hale getirdim. Hatta basit bir şarkıyı çalabilecek kadar da çalıştım.
Mevcut düzenlemelere göre tutuklu ve mahkumların bir müzik aleti alma hakları var. Benim de antika sayılabilecek bir akordiyonum, bir de melodikam var. Akordiyonu taşıması zor olur diye Tuba'dan melodikayı istemiştim. Sevdiğim şarkıların notalarını da getirdi ve hücrede bütün gün yalnızken bir melodiyi çalmaya başladım. Uzun uğraşılardan sonra melodikayla birkaç şarkı çalacak seviyeye geldim. Yeni hücre arkadaşım, benim acemi melodika performanslarımın henüz başındayken gelmişti.
Ben antikaların öyküsüyle birlikte bir ruhu olduğuna inanırım. Hem melodikamın hem de akordiyonumun piyano ve keman melezi buğulu bir ses var. Ne kadar kötü çalarsan çal, doğru notalara bastığın sürece parçanın ruhunu veren iki eski şarkıcıya benzetiyorum onları...
★★★
Ertesi gün sevgili hücre arkadaşıma hapishanenin pilavından yaptığım lapadan verdim biraz. Üstüne birkaç damla sudan sonra bizimki epey kendine geldi. Hatta ara ara kafasını kaldırıp kocaman ağzını açarak bağırıyordu. Akşam yemeği olarak da avluda yakaladığım birkaç sineği verdim.
Sabah uyandığımda yatağımın yanında, karavananın içinde uyuyordu. "Günaydın birader" dedim, sesimi duyar duymaz başladı aç bir çocuk gibi bağırmaya. alar saat gücünde bağırıyor, kocaman ağzını açıp, ağzının pespembe içini gösteriyordu. Hemen aşağı inip ağzına ekmek koydum, susmayınca biraz su verdim, yine susmadı. Ben cevap vermeyince biraz daha bağırıp uyudu.
Böylece düzenimizi kurmaya başladık. Ben hapishane yemeklerinden serçeye uygun olanları seçip, ona yediriyordum, o da melodika çaldığımda eşlik ediyordu. Artık melodikayla Sarı Gelin, Firuze ve Yakamoz gibi sevdiğim şarkıları da çalmaya başlamıştım. Görüş odasında karşılaştığım yakın hücrelerdeki tutuklular, melodikamın sesini ara sıra duyduklarını ve beğendiklerini söylemeye başladılar.
Aykut Erdoğdu
★★★
Aradan bir hafta geçti.
Hücremde artık sohbet ettiğim, şarkı çaldığım, arada bir kızıp azarladığım ve birlikte uyuduğum bir koğuş arkadaşım vardı.
Bu durumu Tuba'dan daha fazla saklayamazdım. Bu arada birkaç gün önce biri, Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Hakan'ın hapishanede yuvalayan kuşlar için veterinerlik hizmeti isteyen yazısından hüzün ve sempati arası bir duyguyla bahsetmişti.
Hapishanede bebek denilebilecek bir yaralı kuşu evlat edindiğimizi Tuba'ya söylersem ve sonra onu yaşatamazsam, çok üzüleceğini biliyor ve bu nedenle çekiniyordum.. Ben de çok sevmemişim ve rahatsız olmuşum gibi yaparak "Geçenlerde yukarıdaki yuvadan pembe, çirkin, fare gibi bir yavru kuşun başıma düştüğünü" söyledim. Ancak beklediğim gibi Tuba'nın gözleri büyüdü ve bir anne şefkatiyle "Ayy çok tatlı, nasıl şimdi iyi mi, ne kadar küçük, gagası nasıl, kanatları tüylü mü" gibi detay sormaya başladı. Böylece yavru kuşu kötülemenin anlamı da kalmadı. Bizim yavru kuşa şirin isimler koymaya başlayınca müdahale ettim. Sonunda ben kuşa "Geveze" demeye karar verdim. Bu arada beni en çok etkileyen, kuşun yaşama tutunma çabalarını anlatırken Tuba'nın ona "savaşçı" demesiydi. Gerçekten savaşçıydı. Hayata tutunmak için savaşıyordu.
★★★
Böylece günler geçmeye başladı. Geveze benim sesimi duyar duymaz bağırmaya başlıyor, sürekli yemek istiyordu. Bu arada Tuba veterinerlere sormuş, hatta yapay zekâdan bir not çıkarıp getirmişti. Süt kutusunun pipetiyle daha sıvı kıvamda mamalar vermeye başladım.
Bir süre sonra Geveze'nin tüyleri çıkmaya başladı.