Birecik, Fırat ve Kelaynaklar...

"...Hoşgör, kalenin doğu yamacında bulunan kelaynakların kaya oyuklarındaki yuvalarına doğru yürümeye başladı. Kelaynaklar onun etrafında halka oldular. Onu gördükleri için sevinç çığlıkları attılar. O kadar yakındılar ki, bazıları omuzlarına konuyordu. Kafalarında uzun tüyler sevinçten adeta dans ediyordu. Küçük olanların kafalarında uzun tüyler daha oluşmamıştı. Keskin gözleriyle bakıyorlardı.

Yaşlı bir kelaynak öne çıktı, dile geldi, başladı anlatmaya:

Biz kelaynaklar daha çoktuk eskiden, kırlangıçlar gibi saymakla bitmezdik. İnsanlar, kendi deyişleriyle 'tarımı ıslah' etmeye geldiklerinde iki ayrı bakanlığın birbirinden habersiz olarak yaptığı yüksek dozda DDT ve Dieldin ilaçlaması sonucunda büyük bir darbe yedik. Birkaç yıl içinde binlercemiz öldü. DDT'nin yıllarca süren kalıcı etkisi ürememizi engelledi... Gerek yavrularda, gerek yumurtalarda öldürücü dozda DDT türevleri olduğundan, hiç yavru çıkaramayan halkım gittikçe azaldı. Doğanlar da göçe katılamadı. İlk sıcakla gelen ve ilk donla giden kırlangıçlar gibi bizler de özgürce, mutlu, konargöçerdik. Akşam buradaydık, ertesi sabah birde bakarsın gitmişiz. Kim bize engel olabilirdi ki Ama insanlar oldu işte...

Bizim doğal çevremizi, doğal yapımızı bozdular.

★★★

İnsanlar neyi yok ettiklerini bir bilseler... Biz kelaynaklar kutsal kuşlarız aslında; Nuh Peygamber büyük tufandan sonra Ağrı Dağı'nda karaya çıkınca, gökyüzüne üç kuş salar; barışı simgeleyen bir güvercin, yeniçağı simgeleyen bir kırlangıç ve üretkenliği simgeleyen siyah, uzun gagalı bir kuş. Bu kuşun adı 'Eğri gagalı' anlamına gelen Abu Mengel'dir. Bugün ise kelaynak diyorlar bize. Nuh ve oğulları işte o mübarek atamızı izleyerek bir nehir vadisindeki küçük bir eve yerleşirler. 'Bir Evcik' sonradan Birecik olur. Bu şehrin kurulmasını sağlayan biziz. Gelgelelim insanlar toprağın altını üstüne getirerek, günden güne daha çok zehirleyerek, doğal kaynakları har vurup harman savurarak, ormanları yakıp yıkarak, silahlarını ateşleyip acımasızca öldürerek kelaynak soyunu yok ettiler. On binlerce idik, yüzlerce kaldık.

★★★

Buranın kışı sert olur. Kışın başka sıcak yerlere göç ederdik, yazın geri dönüp dönmeyeceğimize ise yağmurlara göre karar verirdik. Yazları Kızıldeniz kıyılarını izleyerek Habeşistan'a ulaşır ve kışı orada geçirirdik. Göç vakti geldiğinde yine geri dönerdik. Şimdi her geçen yıl gittikçe azaldık. Yöreyi tanıyan, birçok göçe katılmış yaşlı ve deneyimli kuşların olmayışı yüzünden göç katarlarımız da yok artık. Yetersiz ve dengesiz beslenme yüzünden gagalarımız ve ayaklarımız sağa sola eğrildi. Kimimizin gagaları eridi, ufacık kaldı. Kimimizin bedeni bir kemik bir tüy... Hele o yumurtadan sakat çıkan zavallı minik kelaynaklar... Benim de kötü buruşuk bir torbaya benzediğime bakmayın, kartal gibiydim bir zamanlar. Kanatlarımı vurup gökyüzüne çıktığımda, bir çırpıda uçar gider, Kâbe'nin mimarı İbrahim peygamberin doğduğu; Nemrut'un onu ateşe attığı yerde oluşan gölün kenarındaki taş kemerlerin üstüne konardım. Halil-ül Rahman ve Ayn Zeliha'ya bakardım.

Halil-ül Rahman'da, kaledeki iki büyük sütun arasında devasa ateşi görürdüm.

İbrahim peygamber mancınıkla ateşe atılır. Hz. İbrahim ateşe düşmeden Cebrail Aleyhisselam kendisini kurtarmaya gelir. Fakat o, 'Sen aradan çekil, bana Allah yeter' der. O sırada ateşler suya, yanmakta olan odunlar balığa, aşağısı gül bahçesine döner. Bunları seyredip, kesme taştan yapılan tek kubbeli caminin minaresine konardım.

★★★

İbrahim'e gebe olan Sara, Nemrut'un zorbalarından kaçıp bir mağaraya sığınır. ocuğu doğurur. Burada İbrahim'i bir dişi ceylan emzirir. İşte o ceylanı görürdüm. Zalim Kral Nemrut'u da görürdüm.

Nemrut'un çocuğu olmadığından Ceylan sütüyle beslenmiş güçlü İbrahim'i beğenip yanına alışını da görürdüm. Nemrut'un diğer evlatlığı Zeliha'yı da görürdüm. İbrahim ile Zeliha'nın sevgisini de görürdüm. Nemrut'tan, halkın putlara tapmaya zorlanmasından yakınmasını duyardım.

Büyük tören günü sarayın putlar bölümüne giren İbrahim'in eline geçirdiği bir balta ile putları parçaladığını, baltayı da en büyük putun omzuna astığını, Nemrut başkanlığında bir kurulun İbrahim'i yargıladığını görürdüm.

Ülkenin her yanından toplanan odunların yığılışını, sevgilisi İbrahim'i kurtarmak için Zeliha'nın, Nemrut'a yalvarmasını; İbrahim'in mancınıkla ateşlerin üzerine fırlatılışını; İbrahim odun yığınının üzerine düşer düşmez, ateşin yerinde pırıl pırıl bir göl belirişini, ateşe atılan odunların da kara balıklara dönüşünü, Zeliha'nın gözyaşlarıyla dolan gölde zıplayışlarını görürdüm.

★★★

Sonra Harran'a doğru uçar giderdim. Harran Ovası'nın toprağı, içten kanıyormuşçasına kan kırmızıdır. Akçakale'ye doğru gidildikçe rengi sarıya döner, her yana saçılmış olan kurşun rengi ve kara kayalar yarılmıştır. Sarımsı yeşil ve yeşilimsi, kahverengi, bodur çalılar, sütleğenler, gövdesi is karası, dalları kül rengi sakız dikenleri, yumruk gibi dikenli çiçeklere durmuş mor devedikenleri, öbek öbek süpürge otları ve tepelikleri göze çarpar. Güneşe karşı kızıl kızıl parlayan dikenlere, yabani arpalara rastlarsın. Gittikçe dünyanın dışına çıkacağını sanırsın.

Kurşun rengi, içi alev kızılı taşlar çoğu yerlerin ekilmesine izin vermez. Bu topraklarda ceylanlar, incecik, ak yollar çizer. Daha ilerisi göz alabildiğine taştır. Tıpkı ağaçlar gibi, taşlar da kocar. Kocadıkça renkleri kararır. Ama içleri kıpkızıldır. Kocayıp kararan dışlarıdır yalnızca.

Susuzluktan çatlamış, öylesine zavallı bir toprak vardır ki Harran'da, hani doğa biraz daha zorlasa koca ova çöle dönecektir.

Uçsuz bucaksız, koyu kahverengi bir denizdir oralar, hiç orman yoktur. Ceylanpınar tarafında bir orman vardı, onu da yaktılar. Ceylanların cayır cayır alevlerin içinde zıplaya zıplaya yanışlarını gördüm.