İsrail'in tam sahur vakti Gazze'ye düzenlediği saldırılara dair haberler telefonuma düşmeye başlayınca, yemek masasının başında oturup kaldım. Ve aklıma Lübnanlı yazar Amin Maalouf'un "Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri"nde aktardığı o meşhur sahne geldi:
"Ebû Saad el-Haravî, 19 Ağustos 1099 Cuma günü, arkadaşlarını Bağdat Ulu Camii'ne götürür. Öğlen olup da müminler dört bir yandan cuma namazını kılmaya gelirlerken, Ramazan olmasına rağmen saygısız bir şekilde yemek yemeye başlar. Birkaç saniye içinde etrafında öfkeli bir kalabalık birikir, askerler onu tutuklamak üzere yaklaşırlar. Ama Ebû Saad ayağa kalkar ve etrafındakilere sükûnetle, binlerce Müslümanın katledilmesi ve İslâmiyet'in kutsal mekânlarının tahribi karşısında tamamen kayıtsız kalırlarken, birinin orucunu bozması karşısında nasıl bu kadar altüst olmuş görünebildiklerini sorar. Böylece kalabalığı sus-pus ettikten sonra, Suriye'nin uğradığı felâketleri ve özellikle de Kudüs'ün başına gelenleri anlatır. İbnu'l-Esîr "Mülteciler ağladılar ve ağlattılar" diyecektir."
Aradan geçen yaklaşık 1000 yıla rağmen, coğrafyamızda yaşanan acılar karşısında gösterilen -veya gösterilmeyen- tepkilerin hâlâ aynı olması ürkütücü. Gerçekten de, Filistin'de yaşanan dram mı daha tesirli bizim üzerimizde, yoksa Ramazan günü önümüzde oruç yiyen bir Müslüman mı Hangisine yönelik reaksiyon daha belirgin Cevabı hepimiz biliyoruz.
Birkaç noktanın altını yeniden ve belirgin biçimde çizmek gerekiyor:
Gazze'de şahit olduğumuz insanlık dramı hem bu dünyada hem de âhirette hesabımızı verirken, karşımıza kabarık bir fatura olarak çıkacak. Siyasî tartışmalarla, polemiklerle, onu-bunu suçlayarak içinden çıkabileceğimiz kadar basit bir iş değil bu. Dolayısıyla, hesabımızı kolaylaştırmak için ne gerekiyorsa yapmak mecburiyetindeyiz. Dua ve gözyaşından başlayıp sahada somut birtakım eylemlere kadar. Bu, işin şahsî boyutu.
Siyonist işgal karşısında, bilhassa aklı eren ve gücü yeten mercilerin, günlük duygusal çıkışlardan kendilerini kurtararak uzun vadeli, somut, uygulanabilir ve sürdürülebilir stratejiler geliştirmeleri gerekiyor. İnsan yetiştirme meselesinden hedefini net biçimde belirlemiş kurumsal yapılara, hâlâ inanılmaz ihmaller ve boşluklarla yaralı durumdayız. Bu, işin toplumsal boyutu.
İslâm dünyası çapında, sorumluluğun en büyüğü elbette devletlere ve o devletleri yönetenlere düşüyor. Filistin meselesi her Müslüman ülkede aynı zamanda iç politikanın da konusu olduğundan, idareciler bu sorumluluktan zaten kaçabilecek durumda değil. Öyle veya böyle, Filistin başları ağrıtıyor. Filistin'i bir "dava" olarak algılamayan Müslüman yöneticilere şunu hatırlatmak şart: Bu ateş, zaman içinde görevini yapmayan herkesi yakacak, hiçbir başkent ve hiçbir koltuk, kendini alevlerden kurtaramayacak. Bu, işin ümmet boyutu.