"Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır... Ve Türk milleti... medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir."
(Atatürk)
Dile kolay, ilan edildiğinde bazı İngiliz yetkililerin sadece iki yıl ömür biçtikleri Türkiye Cumhuriyeti 102 yaşında... Ancak Cumhuriyetimiz son 20 yılda adeta anti-teziyle (Siyasal İslamcı AKP iktidarıyla) sınandı, sınanıyor. Bu süreçte Cumhuriyetimizin temel değerleri ve temel kurumları büyük zarar gördü, görmeye devam ediyor. Gerçek şu ki Cumhuriyetimize iyi sahip çıkamadık.
KURTULUŞTAN KURULUŞACumhuriyetin olduğu yerde "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." Dolayısıyla cumhuriyet, her şeyden önce millet egemenliğini baskılayan ve sınırlandıran tüm engelleri yıkmayı gerektirir. Türkiye'de yüzyılın başında millet egemenliğinin önündeki en büyük engellerden biri dinsel dokunulmazlık kazandırılmış saray (saltanat düzeni) idi. 1918-1922 arasındaki Türk Kurtuluş Savaşı sırasında (Mütareke döneminde), kendini kurtarmak isteyen sarayın, işgalci emperyalizme yardım ve yataklık etmesi, Mustafa Kemal Atatürk'ün, emperyalizme karşı bir ulusal bağımsızlık savaşı yanında, zamanla saraya (sultana-saltanata) karşı da bir ulusal egemenlik mücadelesine girişmesine zemin hazırladı.
Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı devam ederken 23 Nisan 1920'de Ankara'da, üzerine saray gölgesi düşmeyen ilk meclisimizi (TBMM'yi) açması, açılan TBMM'nin 24 Nisan 1920'de "Meclisin üstünde hiçbir güç ve kuvvet yoktur" kararını alması ve 1921 Anayasası'nın "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyen birinci maddesi gibi adımlarla, Türkiye'de cumhuriyetin temelleri daha Kurtuluş Savaşı yıllarında atıldı.
Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde ulusal bir seferberlikle emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması, emperyalizmle birlikte hareket eden saraya karşı yine Atatürk'ün liderliğinde ulusal egemenlik mücadelesinin de kazanılmasında etkili oldu. Eğer Kurtuluş Savaşı kaybedilseydi, ulusal egemenlik mücadelesi de sonuçsuz kalacak, savaş sonrasında Türkiye'de cumhuriyet ilan edilemeyecekti.
HALKIN KENDİ KADERİNİ KENDİ ELİNE ALMASITürkiye'de 1920'lerin başında halkın cumhuriyet talebinin olmadığı, cumhuriyetin tepeden indiği ve erken ilan edildiği söylenir. Bu düşünceler tamamen temelsiz değildir. 1920'lerin Türkiye'sinde toplumun yüzde 10'unun bile okuma-yazma bilmediği, 40 bin köyün 37 bininde okulun olmadığı, yaygın cehaletin devam ettiği, nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan kadınların temel haklarından yoksun olduğu bir yerde halkın cumhuriyet talebinin olmaması çok doğaldır. Ancak Atatürk, özelikle Mütareke döneminde Müdafaaihukuk Cemiyetleri etrafında toplanan ve Kuvayı Milliye hareketini yaratan halkın, kendi kaderini kendi eline alma kararlığını da görüyordu. 21-22 Haziran 1919 gecesi hazırladığı Amasya Genelgesi'nde "Milli istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" derken bunu kastediyordu. İşte Türkiye'de cumhuriyet, her şeyden önce halkın kendi kaderini kendi eline alma kararlılığının bir sonucudur. Halk, daha doğrusu halkın önemli bir bölümü, I. Dünya Savaşı'ndan sonra başlayan işgaller sürecinde ve Mütareke döneminde sarayın sultanın ağzına bakmadan, hatta teslimiyetçi saraya (sultana) ve saray hükümetine rağmen emperyalist işgallere karşı direnişe geçti. Atatürk'ün kafasında cumhuriyet düşüncesi işte o günlerde ete kemiğe bürünmeye başladı. Daha Temmuz 1919'da Erzurum Kongresi günlerinde Mazhar Müfit Kansu'ya "Zaferden sonra hükümet biçimi cumhuriyet olacak" diye yazdırmıştı. Dağınık haldeki halk direnişini örgütleyen ve bu halk direnişin ardındaki "milli (ulusal) iradeyi" bir millet meclisinde (TBMM'de) toplayarak emperyalizme karşı bağımsızlık savaşının en büyük gücü haline getiren Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye'yi çok zor zor bir dönemde, çok iyi bir zamanlamayla adım adım cumhuriyet taşıyacaktı.
SADECE REJİM DEĞİŞMEDİ, YENİ BİR DEVLET KURULDUTürkiye'de cumhuriyet, sadece bir rejim değişikliği değildi. Türkiye'de cumhuriyet, yarı bağımlı, son döneminde meşrutiyet ve monarşi arasında bocalayan, parçalanmış ve yıkılmış, çok ulusu bir din-tarım imparatorluğunun yerine egemenliğin kayıtsız şartsız millete verildiği, tam bağımsız bir ulus devletin kurulması demekti. Atatürk Nutuk'ta, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak basarken kafasında millet egemenliğine dayanan yeni bir Türk devleti kurma düşüncesi olduğunu söylerken bu gerçeği vurguluyordu. 23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla "millet egemenliğine dayanan yeni bir Türk devletinin" temeli atılmıştı. Dolayısıyla Türkiye'de Cumhuriyet, sadece bir rejim değişikliği değil, yeni bir devlet düzeninin kuruluşudur.
Cumhuriyetimiz, saraydan (sultandan) umudu kesen halkın kendi kaderini kendi eline almasıyla doğan bir cumhuriyettir, temelinde halkın azmi ve iradesi, şehitlerimizin kanı vardır. Emperyalizme karşı kazanılan bir bağımsızlık savaşı sırasında "kendi egemenliğini kendi eline alan" halkın antiemperyalist mücadelesiyle doğan cumhuriyetimizi "emperyalizmin eseri" gibi göstermek ise ya "ahmaklıkla" ya da "alçaklıkla" açıklanabilir.
İNGİLİZLERİN BEKLENTİSİİngiliz emperyalizmi, tarihsel tecrübelerle, bir milleti değil, bir adamı kontrol edip kullanmanın çok daha kolay olduğunu iyi biliyordu. Bu nedenledir ki İngilizler, 1920'de İstanbul'u işgal ettiklerinde Son Osmanlı Mebusan Meclisi'ni basarak "milli iradeyi" ayaklar altına aldılar. Ankara'da açılan TBMM'yi etkisiz hale getirmek için Yunan ordularını Anadolu içlerine sürmek başta olmak üzere her yolu denediler. Türkiye'de bir taraftan "milli iradeyi" yok etmek için uğraşan İngilizler, diğer taraftan Padişah Vahdettin'i koruyup, kollayıp, kontrol edip kullandılar. Sonunda da Türkiye'den kaçmasına yardım ettiler. Türkiye'yi paramparça eden Sevr Antlaşması'nda da emperyalizm saraya (sultana) dokunmuyordu. Sevr'e göre Osmanlı Padişahı, antlaşmaya bağlı kaldığı sürece- İstanbul'da oturmaya devam edecekti. Yani İngiliz emperyalizmi, saraya (sultana-saltanata) dokunmuyor; İstanbul'da elinin altında bir "kukla tek adam" bulundurmayı kendi emperyalist çıkarları açısından daha uygun buluyordu.
İngilizler, Ankara merkezli Türkiye Cumhuriyeti'nden rahatsız oldular. Türkiye Cumhuriyeti'ni tanımamak için önce Lozan'ın onaylanmasını olabildiğince geciktirdiler, sonra da cumhuriyetin başkenti Ankara'ya büyükelçi göndermemek için uzun süre direndiler.
İngiliz Yüksek Komiser Vekili Handerson, 20 Kasım 1923'te Londra'daki Lacelot Oliphant'a gönderdiği bir mektupta da şöyle diyordu:
"Ankara'nın en az iki yıl başkent kalacağını düşünüyorum. Türkiye'nin geleceğinin böylesine karanlık olduğu bir dönemde (...) hiçbir şey kalıcı değil. Ama Ankara, Mustafa Kemal'in ömrü boyunca başkent olarak kalabilir. Kesinlikle emin olduğum şudur ki saltanat diriltilirse İstanbul yine başkent olacaktır. (...) Mustafa Kemal'in hastalığı da pek ağır görünmüyor." (Bilal Şimşir, Ankara, Bir Başkentin Doğuşu, s. 268)
Görüldüğü gibi İngiliz Handerson, "TBMM'nin sahneden çekilmesini", yeniden İstanbul'un başkent olmasını, bunun için de "saltanatın diriltilmesini" istiyordu. TBMM'ye çok değil, iki yıl ömür biçiyordu. Türkiye'nin geleceğini "karanlık" olarak görüyordu.. "Saltanatın dirilmesi" için de cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal'in devrilmesini bekliyordu.
İngiliz Büyükelçisi R. Lindsay ise 24 Mayıs 1925'te Londra'ya gönderdiği raporda büyük devletlerin Ankara'ya karşı direnmelerini istiyordu. Büyükelçi, "Direnmekle zaman kazanmış oluruz ve bu tek adam rejiminin ne kadar ömrü olduğunu kimse söyleyemez," diyordu. Lindsay, "İngiltere ve Batılı devletler Ankara'ya karşı sistematik olarak direnirlerse, Türkiye'deki yeni rejim (Cumhuriyet) ve Mustafa Kemal devrilebilir"

11