''Gaza, mon amour...''

İsrail Gazze'de 6 aydır ölüm saçıyor.

Herkes elinden geleni yapmak zorunda masum siviller ölürken, bu kırımı, önlemenin derdinde olmalı diye düşünüyoruz çoğumuz. Hatta insanlık ailesinin vicdanı, Gazzelilerin yanındadır, bunu görüyoruz, Batı'daki, Asya'daki, Latin Amerika'daki halkların uzun yürüyüşlerini, gece gündüz tuttukları insanlık nöbetlerini, hep birlikte takip ediyoruz. İsrail insanlığın karşısında yalnızlaşmıştır.

Ama 6 aydır hiçbir şey değişmiyor... İsrail yardım aktarması için izin verdiği helikoptere koşan Gazzelileri kurşuna diziyor. Bebek veya yaşlı, hastane veya ibadethane demeden Gazze'de yaşayan her şeyi yok ediyor.

Peki sanatçılar ne diyor buna Müzisyenler, ressamlar, şairler... Hiç birisi bu büyük insanlık dramını boşlamıyor eminim. Kimi şiirlerini yazıp göğe merdiven eyliyor, kimisi kederli bir şarkıya dönüştürüyor ölümü, ilahilerin ve menkıbelerin içinden hep şehitlik çıkıyor, kimisi ise zulmün resmini çiziyor... Tiyatrocular, mim ustaları, şarkıcılar, hepsi insanlığın ağlayışlarını işliyorlar...

Bağımsız Sanat Vakfı'nın duvarlarını süsleyen tablolardan birisi beni çok etkiledi geçtiğimiz günlerde. Ressam Hülya Yazıcı tarafından yönetilen vakıf, yerli yabancı sanatçıların işlerini sergilediği gibi, yıllık, iki yıllık, üç yıllık dönüşümlü tematik geniş sergilere de öncülük ediyor. Duvardaki tabloda ilk bakışta, sanki Hz. Meryem ve kucağında bebek İsa gibi duran bu figüre yakından ve dikkatle baktığınızda, orada yine bir anne ve çocuğun olduğunu, ama bunun aslında hepimizin hikayesi olabileceği gerçeğini görüyorsunuz. Kudisyetle sıradanlığı anne ve çocuk ilişkisinde bağdaştıran ressam, 'Mon Amour Gaza'' adlı bu tablosunda koşulsuz sevginin masumiyeti ve aynı zamanda korunmasızlığını da hissettiriyor. Nitekim İsrail bugün Gazze'de hem kutsal Meryem figürlerini, hem yüzünü Kıble'ye dönmüş camileri aynı anda bombalıyor...

İsrailoğulları Hz. Meryemi, aradan geçen 2024 yıl sonra yeniden ağlatıyorlar...

................................

"Zeytin ağacının içinde binlerce küçük saat çalışıyor galiba" demişti Filistinli küçük kız. Herkes zeytinliğin pastoral güzelliğinden ve güzün yol açtığı romantik izlenimlerden bir ağızdan bahsederken, basmakalıp kurulabilecek yüzlerce cümle arasından sıyrılıyordu onun bu ifadesi... Gözlerini kapayıp kulağını zeytin ağaçlarından birisinin gövdesine dayamıştı oysa, çünkü zeytin Filistin'de hayattı... Aynı kız, daha sonra defterine çizdiği zeytin ağacı resminde, dallarından yüzlerce duvar ve kol saati sarkan acayip bir ağacı resmetmişti... Sanatta ilk bakışta "saçma" bulabileceğimiz pek çok şey, aslında o sanatçıya armağan edilmiş özel bir duyuş biçimi, özel bir zikr, özel bir hatırlama şeklidir de... Sanatçı, yüreğini işitmeye açandır, hatırlayan ve hatırlatandır...

Sanat, savunma'dır. İtiraz, isyan, özür, kırgınlık kadar coşku da hatta pişmanlık kadar umut da, bu çeşmeden içer suyunu. Tıpkı kadim efsanelerde anlatılan Musa hikayesinde olduğu gibi: Zulümden kaçan Hz. Musa'nın milletine, tüm yorgunluklar ve usançlar arasında yürüdükleri o çorak yolda açılıveren on iki rahmet çeşmesi kadar mübarektir sanat. Sanat, hediyedir, su'dur ve hayatı, hayy'yı, diriliği hatırlatır.