Gassal üzerine
"Gassal, bir dua sıcaklığında sarstı, sımsıcak, yaşanmışlığın en doğal hâlleriyle dokundu yüreklere. Belki de bu doğal insan durumları yüreklerde kilitli sevdaları, çocuksu temiz duyarlılıkları taşıyanların çehreleriydi bizleri sarsan."
Tolstoy yıllar önce şöyle diyordu: "Sanatı, bir fabrika ürünü gibi telakki eden bütün fikirlere karşıyız. Sanatın gerçekçi ve yararlı olabilmesi için uhrevi, millî, dinî ve ahlaki özellikler taşıması gerektiğine inanıyoruz."
Ne var ki bu söz küreselleşme tahkiyesiyle yersiz yurtsuz kalan insanlara boca edilen dijital çağda pek bir şey anlatmaz oldu. Sinemasıyla dizisiyle ekran modern zamanlardan hakikat sonrası diye tesmiye edilen günümüze kadar en etkileyici, sürükleyici alanı hâline geldi. Artık dijital paradigmaya teslim olan insan telefon ekranlarına gömülmüş, kitaplardan, okumadan, edebiyattan daha da önemlisi tefekkürden uzak. Zira ekranlara kilitlenmiş hâlde yorgunluğunu atmaya çalışıyor. Ekran dilinin en etkin olduğu zamanlardayız kuşkusuz. Rayting peşindeki dizi sektörü de okumaya zaman ayırmayan, vakit öldürmek için entrikaların ve manevi değerleri altüst eden ilişkilerin odağında, şiddet sarmalında, aile değerlerini tarumar ediyor. Dramatik olan şu ki toplum da merakla hem de saatlerce bu dizileri izliyor merakla. Hitap muhatabını her daim buluyor. Zamanımızın bilge filozofu Bilge filozof Byung-Chul Han'ın dijital iletişim çağının paradigmasını tarifi çok doğru: Dijital teknolojinin, yazının ya da matbaanın icat edilmesi kadar büyük bir tarihî dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Dijital dünya, şeffaflık konusunda kendini geliştiriyor, tek bir tuşa basarak anında sonuç alabilmemizi mümkün kılıyor. Şeffaflık toplumunun zaman algısı doğrudan ve hakiki olandan yanadır. Bilgi akışındaki hiçbir tıkanıklık ya da gecikme artık kabul edilemez hâle gelmiştir. Dolayısıyla artık, her şey şeffaf ve hızlı erişilebilir olmalı algısı hâkimdir."
Geçen ay TRT Tabii'de gösterime giren, Gassal dizisi başta seküler kesim tarafından tanıtım görsellerinin sergilenmesiyle eleştiri oklarının hedefine yerleşti. Çünkü onlar anlamlı bir hayat yaşamak için ölümün en gerekli sınır olduğunu unutmayı yeğlemişlerdi. Aslında ölüm İslâm'ın yanında diğer dinlerde hatta felsefede önemlidir. Zira ölüm olmaksızın tüm planlar anlamını yitirir; "seçimin, karar verme zorunluluğunun kaynağı olduğu için ölüm anlamın da kaynağıdır." Tabi daha sonra işin rengi değişti, hızla erişilebilir olan dizi büyük bir ilgiyle izlenmeye başlandı. Öyle ki sonunda Gassal, bir dijital platform dizisi vasfıyla tüm kesinlerce büyük bir beğeniyle karşılandı ve milyonlarca seyirciye ulaşarak izlenme rekoru kırdı.
HERKESİ SARSAN MANİFESTO
"Ölünce beni kim yıkayacak" diye, arka fonda geçen ay aramızdan ayrılan Ferdi Tayfur'un, "İçim Yanar" şarkısı kanatırcasına akarken soruyordu gassal Baki. Bu anlamlı soru, insanların hızla akıp giden hayatlarına, hazlarının, hızlarının, ihtiraslarının tam ortasına, metroda, otobüste, tüm ekranlarda âdeta sarsan bir manifesto gibi düştü.
İnsanoğlu hayatı boyunca her şeyi hesap eder, düşünür, kiminle evleneceğini merak eder sonra çocuğunun gideceği okulu araştırır, oturacağı ev için bir ömür boyu çalışıp çabalar, hayatın tüm evrelerinde, endişeleri, heyecanları, hırsları, hazları ve gizli açık bir sürü sorusu ve merakı vardır. Ama ölümü hiç aklına getirmediği gibi, sanki sonsuz bir dünyada yaşıyor gibi unuttuğu ölüme dair ne varsa öteler, görmezden gelir. Hâliyle hiçbir zaman kendisini kimin yıkayacağını merak etmez.
ÖLÜM UZAKTIR YAŞANAN HAYATIN DOLUDİZGİN ZAMANLARINA
Bu dünyadan göçüp giderken, onu son yolculuğuna hazırlayan kim olacak, son olarak onun cansız bedenine kim dokunacak, ılık suları üzerine kim dökecek Gül suyunu, cansız, artık bu dünyaya ait olmayan betonlaşmış, canı çekilmiş, âdeta morarmaya, şişmeye durmuş bedenine kim dökecektir Ona son dokunan, dünya gözüyle son bakan kim olacaktır hiç aklına getirmez. Hatırlamak istemez. Ölüm uzaktır yaşadığı hayatın doludizgin zamanlarına. Hırslarına, hazlarına, bitip tükenmez ihtiraslarına ölüm uzaktır.
Gassal, gül suyu, pamuk, cami, cenaze namazı, ılık su, helva, talkın almak, kara toprak, mezar kazmak, cami cemaati, cenaze namazı, ıskat, kefen, teneşir çok uzaktır ebedî gençlik iksiriyle büyülenmiş günümüz insanına. Ölümü, yaşadığı hayatın gündeminden çıkaran performans insanı ölümsüzlüğe kendini hazırlarken, estetik ameliyatlarla gençleşmeye daha çok güzelleşmeye çalışırken, botokslar, yağ aldırmalar, karın germeler, zımba gibi hayatın karşısında dururken, dışını güzelleştirip iç dünyasının yozlaşmış zamanlarına tıpkı bir balta darbesi gibi keskin ve isabetli bir müdahalede bulundu gassal: "Ölünce beni kim yıkayacak" diye. Oysa ölüm, ölüler, kefene sarılmak, kara toprak yoktu gündemde.
"Ölünce beni kim yıkayacak" sorusuyla balık istifi bir metronun reklam panosunda karşılaştım. Doğrusu şaşırdım, doludizgin akan hayata hiç yakışmayan bir soruydu. Bir an durdum ve sorguladım: "Ne demek istiyor bu cümle" diye. Bir anlam veremedim, elinden geldiğince okuyan biri olarak beni şaşırtan bu sorunun devamında gördüm ki afişlerde bir gassal vardı. İşte o zaman anladım son yolculuğu soruyordu gassal Sonlu bir sınır koyduğundan anlam için zorunlu olan ölümün hafife alınmaması gerektiğini ortaya koyan cesur bir soruydu. Chul Han'ın "Günümüzün disiplin odaklı toplumu, bireyin kendi kendini sömürdüğü bir düzen haline gelmiştir ve bu sömürü için artık herhangi bir dayatmaya ihtiyaç yok." ifadelerini hatırlayınca bu cesur sorudan rahatsız olanların dünyalarını biraz da anlayabildim.
SAHİCİ BİR YAPIM
Nurettin Topçu, külliyatına başlangıç için iyi bir imkân sunan Var Olmak adlı deneme kitabında şöyle diyor: "Dua, sözlerin en güzelidir. Nurdan, sudan ve sevdadan yapılmıştır. Her varlığa nüfuz eder, her ümitsiz davranışı değiştirir, her kalbi kurtarır." Gassal dizisi bir dua sıcaklığında sarstı, sımsıcak, yaşanmışlığın en doğal hâlleriyle dokundu yüreklere. Belki de bu doğal insan durumları yüreklerde kilitli sevdaları, çocuksu temiz duyarlılıkları taşıyanların çehreleriydi bizleri sarsan. Bizden içimizden insanların, samimi, içten, duru hikâyeleri, sevdaları, aşkları, kırgınlıkları ve en çok da acıları… Sonra onların hayata bakışları, eksiklikleriyle yüzleşmelerine rağmen sonsuz şükürleri vardı. Mutluluklarını kaybetseler de huzurları bakiydi. "Kimsenin mutsuzluğunu küçümseme, kendi hüznünü de büyütme." diye sesleniyordu her şeyini kaybetmiş ihtiyar. Gassal Baki ise şöyle diyordu: "Ölüm bütün planları bozan, bütün randevuları iptal ettirendir."
Dizinin senaristi Sümeyye Karaaslan din psikolojisinde yüksek lisansını tamamlamış. Bu hikâyenin derinlikli ve güçlü yapısının kurgulanmasında, yazarın eğitiminin mutlaka faydası olmuştur diye düşünüyorum. Salt bir senaryo başarısı muhakkak var. Ama manevi duyarlılığa yaslı, kadim kültür değerleriyle, toplumsal yapının uyuşması, insan hâllerinin doğal ve içten hâlleri bu dünya ile öte dünyanın gerçekliğinin ironisi, ters köşe yapması, mizah ile hüznün içi içe geçerken, ölümle hayatın aynı karede yaşanması kuşkusuz senaryoyu güçlü kılıyor. Zaman zaman kopukluklar ve yüzeysellikler olsa da oyuncuların ki özellikle Ahmet Kural'ın rolünün üzerine tamı tamına oturması, diğer oyuncuların da yaşanan küçük kasabalıların doğal hâllerini ustalıkla oynamaları diziyi başarılı ve etkileyici kılıyor.
ÖLÜM KAÇINILMAZ BİR SONDUR
Baki, sıradan bir insan hüviyetiyle çıkıyor karşımıza. Bazen kimsesizlerin ölülerini yıkayan, bazen kendini büyük yalnızlıkların dibinde bulan birisi. Kimsesizleri yıkarken onu sarsan soruyla karışır insanların içine, sosyalleşmek ister, evlenmek ister. Belki o zaman kendisini yıkayacak birini bulacaktır. Ama bu süreçte asıl kendisiyle yüzleşecek, ölüm korkusuyla/endişesiyle yaşadığı travmalarıyla yüzleşecek, duyumsadığı kaygının da bu ölüm korkusundan kaynaklandığını fark edecektir. Ölüm kaçınılmaz bir sondur ve onu kim yıkayacaktır Bir gün bu can alıcı soruyu kendisine ve etrafındakilere sorduğunda aslında eşyaya ve insana da bakış açısı değişmiştir. Kendisini yıkacak Nazım abiyi bulmuştur, çünkü ölü yıkamak itina ister, kendi çocuğunu ılık sularla yıkayan Nazım abi tam da aradığı kişidir. Onu ikna ettiğinde ise, zamansız bir ölümle yüzleşen Nazım abi çocuklarını ve onu deli gibi seven karısını geride bırakacak ve teneşirde Baki onu yıkayacaktır. Belki burada ölümden bir felaket olarak bahsetmenin yanlışlığına dikkat çeken Alman romancı Thomas Mann'in dediklerini hatırlamalıyız: "En çok inandığım ve değer verdiğim şey faniliktir. (…) O varoluşun ruhudur. Yaşama değer, saygınlık ve ilgi kazandırır. (…) Fanilik olmadan, başlangıç ya da son, doğum ya da ölüm olmadan zaman da yoktur. Zamansızlık, yani zamanın hiç bitmemesi, hiç başlamaması anlamında durgun bir hiçliğe karşılık gelir. Bu, hiç de ilgi çekici değildir."