Sokaklarda bir uğultu var; otomobiller, ekranlar, bildirim sesleri, reklâm panoları… Her şey konuşuyor ama biz susuyoruz. Gözümüzün önünde insanlar ölüyor; canı sıkılan bir caninin bıçak darbesiyle, bir soykırımcının bombasıyla, boş bir tencerenin soğukluğuyla…
Her gün ekranlarda ölüm haberleri izliyoruz. Haber bültenleri bu ölümleri paketleyip önümüze koyuyor biz de kanıksanmış bir çaresizlikle "izlendi" klasörüne atıyoruz. Acının üzerinden parmaklarımızı kaydırıyoruz. Baş parmağımız kadar hızlı ve kayıtsız bir çağda kaydırmaktan başka ne yapabiliriz ki ama.. Adını koyalım: Bu yaşadığımız şey gürültülü bir sessizliktir. Kulağı tırmalayan, vicdanı uyuşturan, aklı susturan bir sessizlik…
Bir vakitler bir ölüm haberi eve duman gibi çöker, sofralar dağılır, çay soğur, cümleler kısalırdı. Cenaze bizim evden çıkmasa da o dumanın ağırlığı ezerdi hepimizi… Şimdi ise bir ölüm haberi sosyal medyada ateşli bir tartışma konusu olup birkaç saat sonra yerini "eğlenceli içeriklere" bırakabiliyor. O haber yeni bir eğlence dalgasına çarparak köpüğü alınmış süt gibi sönüyor. İnsan hayatı, izlenme oranlarının inişli çıkışlı grafiğine bağlanıyor. Ve biz gündelik rutinlerimize sığınarak "normal"e dönüyoruz. O normal ki artık olağanüstünün kendisi: bir baba çocuğu tarafından zehirlendi, bir anne uyuşturucu etkisindeki çocuğu tarafından katledildi, bir çocuk başka çocukların canı sıkıldığı için sokak ortasında bıçaklandı… Biz ise düğün videolarını paylaşıp tatil hikâyelerimizi anlatıyor; neşenin, komşu evdekiyasın üzerine bastığını fark etmiyoruz. Ne dünyanın en büyük soykırımı ile aynı çağda yaşadığımızın farkındayız ne de yan dairedeki acıların…
İnsan, sevinci de acısı da olan bir varlık. Fakat sevinç, ölçüsünü kaybettiğinde gürültüye dönüşüyor. Gürültü ise kalın bir perde gibi acının üzerine örtülüyor bir şey duyulmasın, bir şey görünmesin diye. Kötülük, en çok görünmezlikten güç alıyor. Zira bir şeyi görmezden gelmenin en kolay yolu onu daha büyük bir şamata ile bastırmaktır. Biz de tam bunu yapıyoruz: "Ben ne yapabilirim ki" Bu cümle vicdanın el frenidir. O fren çekildiğinde araba durmaz, yokuş aşağı kayar. Maalesef kaydığımız yokuş her gün biraz daha dikleşiyor.
Vicdanın rahat koltukta büyüyebildiği yanılgısı içindeyiz. Oysaki vicdan, rahatsızlıktan doğar. Bugün en çok vicdanlarımızı rahatsız olmasın diye uğraştığımız için dünya yanıyor. Vicdanımı rahatsız edecek yöne bakmıyoruz. Vicdanımızı rahatsız edecek şeyleri duymak istemiyoruz. Vicdanımızı rahatsız edecek caddelerde, platformlarda dolaşmıyoruz bile. Bir toplum, başkasının acısına gösterebildiği özen kadar insandır. Bu ölçüyü kaybedince önce dilimiz bozulur. Alay, etiket, aşağılama… Sözcükler kirlenince zihin bulanır, zihin bulanınca el titremez. Dil, iklimdir; iklim bozuldu mu bütün mevsimler şaşar. Ne yazık ki insanlığın ölçüsü bozuldu. Bu yüzden merhametin, adaletin, hakkaniyetin dilini yeniden öğrenmek ve öğretmek zorundayız. Çünkü bir söz, kimi zaman bir siper olabilir.