Bir cemaatin veya bir hizmet grubunun kendi aralarındaki dayanışma ve ittifakına tesanüd denilir. Tesanüd olmadan birtakım hizmetleri yapmak ve gelecek kuşaklara taşımak oldukça zordur.
Cumhuriyet döneminde, Bediüzzaman Hazretleri tarafından telif edilen Risale-i Nur tefsirleri etrafında toplanarak, doğrudan iman ve Kur'an hakikatleri ile hem kendi imanlarını, hem de milletin imanını taklit mertebesinden tahkik mertebesine yükselterek, dünya ve ahiret saadetlerini kazandırmaya çalışan Risale-i Nur Talebelerinin tesanüd içinde olmaları çok önemli bir hakikat idi. Bediüzzaman Hazretleri, talebelerinin tesanüdüne çok ehemmiyet veriyordu ve "İhlâstan sonra bizim en büyük kuvvetimiz tesanüddür." diyordu.
Bediüzzaman ve talebeleri, iman ve Kur'ân hizmeti ile meşgul iken, devrin idarecileri tarafından yanlış anlamalar yüzünden, Eskişehir, Denizli ve Afyon gibi büyük mahkemelerde idam ile yargılandılar. Maksat, Nur Talebelerinin aralarındaki tesanüdü bozarak, kendilerince vatana zararlı bir grup olmaktan çıkarmaktı. Halbuki, Nur Talebeleri asayiş ve emniyetin, huzur ve güvenin fahrî olarak muhafızlığını yapıyor ve tahkikî iman dersleriyle insanları suç işleyemeyecek hale getiriyorlardı. Bahsi geçen üç büyük mahkeme de, kanunlar çerçevesinde herhangi bir suç bulamadığı için berat vermişti.
Bediüzzaman Hazretleri, bütün mahkemelerde ve hapishane şartlarında talebelerinin tesanüdünü her şeye rağmen korumuş ve onlarla iftihar etmiştir. Onların tesanüdüne neden ehemmiyet verdiğini de izah ederek ittifaklarını muhafaza etmiştir. İşte o izahlardan birisi şöyledir: "Aziz, sıddık kardeşlerim. Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur'a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat'i buldukları bir hakikate dayanmaya pek çok muhtaç bulunan avam ehl-i iman için dalâlet (dinsizlik) cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet (delil) olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesadünüzü gören kanaat eder ki, 'Bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz.' diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur." (Şualar, s. 507.)