Toprağa düşen bir kalem: Nihat Genç'in ardından
Bir çınar devrildi; sessizce ama vakurca Ne bir ağıt yükseldi ne de haykırış; yalnızca rüzgâr uğuldadı, memleketin dağlarından ovaya dek. O uğultunun içinde bir ismin yankısı vardı: Nihat Genç.
Sözün cılızlaştığı, hakikatin toprak altına gömülmeye çalışıldığı zamanların yorgun neferiydi o. Kalemini mürekkebe değil, doğrudan yüreğine batırarak yazdı. Ne iktidara eyvallah etti, ne muhalefete yaltaklandı. Kırmadan da kırılarak konuştu; acıyı göğsünde taşıdı ama başını eğmedi. Bu toprakların çocuklarına ayna tuttu; onların kederini alnında bir çizgi gibi gezdirdi. O yüzden sevdik onu. O yüzden dinledik, bazen kızdık, ama asla sırtımızı dönemedik. Çünkü onun sesi, içimizde sakladığımız haykırıştı.
Karanlık erken çökerdi başkente. Sokak lambaları titrek bir teselli gibi yanar, kitapçıların vitrinleri ise iç ısıtan yegâne duraklar olurdu. İşte böyle bir akşamüstü, Sıhhiye'ye yakın bir sahafta rastladım adına. Bir kitabın kapağında, bana hiç öğretilmemiş ama içimde hep var olduğunu hissettiğim bir dert dillendirilmişti. Sayfalarını çevirdikçe yalnız olmadığımı fark ettim; sanki biri içimdeki suskun çocuğun elinden tutmuş, onun yerine konuşuyordu. O günden sonra Nihat Genç, yalnızca bir yazar değil; içimde büyüyen bir vicdan, bana yazının ne demek olduğunu gösteren sarsıcı bir yolculuk arkadaşı oldu.
Oysa onu daha önce görmüştüm, ta 1986 yılında. Bir kitapçının kuytu köşesinde, bir grup insanla coşkulu bir sohbete dalmıştı. Sesi kararlıydı, bakışları delip geçiyordu. Ne anlattığını tam olarak anlayamamıştım belki ama kelimelerindeki öfke ve tutkuyu hissediyordum. Adını bilmiyordum, sormamıştım da. Yıllar geçti. Bir gün, bir başka kitapçıda vitrine ilişen bir kitap gözüme çarptı. Yazarının adı: Nihat Genç. Sayfalarını çevirdikçe, o eski günün yankısı kulağımda yeniden çınladı. Her satır, geçmişin o anından bugüne kurulan bir köprüydü. Ve o an anladım: Yıllar önce adını bilmeden dinlediğim o adam, meğer Nihat Genç'in ta kendisiymiş.
Nihat Abi'nin dili bıçak gibiydi; keskin, pürüzsüz ve iz bırakan. Sözü sakınmaz, gerçeğin çiğnenmesine tahammül edemezdi. Çoğu zaman kendiyle de kavgalıydı. Çünkü bu coğrafyada vicdan sahibi olmak, huzura küsmek demekti. Her cümlesi bir isyanın iç çekişi, her yazısı bir öfkenin adım adım düşünceye dönüşmesiydi.
"Yitip giden nehirleri anlatmak için denizlere ihtiyaç yok,"