Ortadoğu'nun kadim coğrafyasında, tarihsel katmanların iç içe geçtiği bir yer olarak Kudüs, her daim insanlığın vicdanını sınayan bir ayna olmuştur. Medeniyetlerin beşiği, peygamberlerin izini taşıyan bu şehir, günümüzde yeniden derin bir ikilemin odağına yerleşmiş durumda. Bir yanda, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun sunduğu vizyon; diğer yanda, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kapsayıcı yaklaşımı. Bu iki yol, sadece Kudüs'ün kaderini değil, Ortadoğu'nun ve dolayısıyla küresel barışın seyrini belirleyecek bir ayrım çizgisi çekiyor. Soru net: Kudüs, ayrıştırıcı bir ideolojiyle mi yoksa birleştirici bir vizyonla mı geleceğe taşınacak Bu yazıda, bu ikilemi tarihsel, kültürel ve jeopolitik bağlamda ele alarak, Kudüs'ün ruhunu ve geleceğini irdeleyeceğiz.
NETANYAHU'NUN VİZYONU: TEKÇİ BİR TARİH VE AYRIŞMANIN GÖLGESİ
Netanyahu'nun Kudüs vizyonu, şehrin karmaşık dokusunu basitleştiren, tek bir kimliğe indirgeyen bir anlatıya dayanıyor. 3 bin yıllık bir tablet gibi arkeolojik bulguları merkeze alarak Kudüs'ü "sadece Yahudi şehri" olarak konumlandırma çabası, şehrin çok katmanlı tarihini görmezden geliyor. Bu yaklaşım, Kudüs'ü bir ulusal sembol haline getirirken, diğer dinlerin –özellikle İslam ve Hristiyanlığın– binlerce yıllık izlerini silikleştiriyor. Nitekim, Kudüs'ün Yahudi topluluğu için kutsal olan Ağlama Duvarı'nın yanı sıra, Müslümanlar için Mescid-i Aksa ve Hristiyanlar için Kutsal Kabir Kilisesi gibi mekanlar, şehrin evrensel niteliğini vurgular. Ancak Netanyahu'nun söylemi, bu çoğulculuğu reddederek, işgali kalıcılaştırmanın ve Filistinlilerin varlığını marjinalleştiren bir strateji izliyor.
Bu vizyonun ayrıştırıcı niteliği, pratikte de kendini gösteriyor. Doğu Kudüs'ün ilhakı, yerleşim birimlerinin genişlemesi ve Gazze'deki abluka gibi politikalar, sadece fiziksel bir bölünme yaratmıyor; aynı zamanda dini ve kültürlü ayrışmayı derinleştiriyor. Batı Şeria'daki duvarlar, sadece toprakları değil, komşuluğu ve diyaloğu da kesiyor. Sonuçta, bu yaklaşım huzuru değil, çatışmayı besliyor. Gazze'deki insani dram –ki binlerce masumun hayatını yitirdiği bir trajedi– bu vizyonun acı meyvesi olarak karşımıza çıkıyor. Netanyahu'nun Kudüs'ü, bir tapınak değil, bir kale gibi konumlandırılıyor; bu da, şehrin ruhunu beton ve demir tellerle örüyor.
ERDOĞAN'IN VİZYONU: KAPSAYICI BİR MİRAS VE BARIŞIN UFKU
Karşı uçta, Erdoğan'ın Kudüs vizyonu, şehrin tarihsel çoğulculuğunu kucaklayan bir duruş sergiliyor. "Kudüs sadece İslam'ındır" gibi dar bir iddiadan uzak durarak, şehrin üç semavi din için taşıdığı kutsallığı kabul eden bu yaklaşım, Osmanlı dönemindeki gibi çok dinli bir egemenlik modelini hatırlatıyor. Kudüs, İslam yönetiminde Hristiyan ve Yahudi toplulukların inanç özgürlükleriyle yaşadığı bir dönemden, Selahaddin Eyyubi'nin Haçlı Seferleri sonrası uzattığı hoşgörü eline kadar, barışın simgesi olmuştur. Erdoğan'ın söylemi, bu mirası canlandırarak Kudüs'ü "insanlığın ortak mirası" olarak tanımlıyor.
Bu vizyonun gücü, sadece retorikte değil, eylemde de yatıyor. Türkiye'nin Kudüs için savunduğu iki devletli çözüm, Filistin'in egemenliğini ve Kudüs'ün statüsünü uluslararası hukuka dayandırıyor. Erdoğan'ın BM kürsülerinden yükselen sesi, Gazze'nin dramını görmezden gelmeyen bir vicdan çağrısı niteliğinde. Üstelik bu yaklaşım, ayrışmayı değil, diyaloğu teşvik ediyor: Yahudi, Hristiyan ve Müslüman toplulukların bir arada yaşayabileceği bir Kudüs hayali, sadece dini değil, insani bir manifesto. Erdoğan'ın vizyonu, Kudüs'ü bir çatışma alanı olmaktan çıkarıp, "esenlik kapısı"na dönüştürmeyi hedefliyor – ki bu, şehrin Arapça adındaki "Darü's-Selam" (Barış Evi) anlamıyla tam örtüşüyor.