Kötülüğün yeni yurdu

Psikoloji, hukuk, dinler ve gündelik ahlakın ortak ezberinde kötülük, bireyin içindeki karanlıkla açıklanır. "İnsan kötüdür" denir; kötülük insanın içindedir.

Bugün ise kötülük dediğimiz, bireylerden taşarak sokağın nefesine, şehrin hafızasına, toplumun ortak ruhuna yerleşiyor. Bir kişiden değil, bir çağın içinden akıyor. Kötülük artık tek tek insanların kalplerinde değil; havada dolaşıyor. Bir tür atmosfer.

Sokağa çıktığınızda kime ait olduğunu kestiremediğiniz bir şehir duruyor karşınızda. Şiddetin örgütlendiği, kötülüğün sıradanlaştığı, hayatın görünmez bir karanlık düzene sessizce teslim olduğu bir şehir.

Ülke, adı konmamış bir cinnetin içinde sürükleniyor. Yüksek sesle söylemekten çekinsek de hepimiz hissediyoruz: Bir şeyler bozuluyor, çözülüyor, dağılıyor.

Toplumun, bireyden daha tehlikeli olabildiği zamanlar... Kötülük, şiddet, bir kişinin marazı değil, bir çağın ruhu sanki.

***

Ülkenin dört bir yanından gelen haberler aynı karanlık hikâyenin farklı sayfaları gibi.

Abdullah öğretmen... Kanseri yeniyor, hayata geri dönüyor, 1 hafta sonra o hayatı trafikte karşısına çıkan bir caninin yumruklarıyla kaybediyor. Abdullah öğretmeni öldüren tek başına bir katil mi peki O yumrukların yolu daha önce kesilmemiş cezalarla, görmezden gelinmiş suçlarla, ödüllendirilmiş kötülüklerle zaten döşenmişti. Bir insanın şiddet uygulama cesaretini betonlaştıran şey, çoğu zaman sistemin ona "bir şey olmayacak" diye fısıldamasıdır.

Bursa'da hava almak için eczanenin kapısına çıkan genç bir kadına saldıran, onu kıyafetlerinden çekiştirip yere yatırmaya çalışan adamın on ayrı suçtan kaydı olduğu öğreniliyor. Uyuşturucu etkisinde olduğunu söyleyip halüsinasyon gördüğünü iddia ediyor. Yanındaki arkadaşının da dokuz ayrı sabıkası var ve serbest bırakılıyor.

ocuklar kayboluyor, kaçırılıyor, öldürülüyor. Hukuk, 8 yaşındaki Narin'in öldürülmesinden sonra bir köyün duvar gibi yükselen sessizliği karşısında aciz kalıyor. Devlet, bir avuç insanın örgütlü yalancılığına, bir köye yeniliyor. Narin Güran cinayeti (ve benzerleri), bir adli vaka değil; toplumsal yapının çöküşünü işaret eden tarihsel anlardır. Doğu ve Güneydoğu'nun kapalı aşiret kültürlerinde bireyin bir değeri yoktur; değer aileye, aşirete, "namusa" aittir. Bu kapalı düzeni lekeleyen biri varsa öldürülür; güçlü biri yaptıysa susulur, şahitler susturulur. En nihayetinde suç artık bireyin değil, topyekûn bir topluluğun eseridir. İşte kötülüğün toplumsal yüzü tam olarak budur.

Lümpen dayanışmaların, vasıfsız ama kararlı bir örgütlenmenin devletin üzerine çıkabilmesi...

Kötülük artık tek bir biçime sıkışmıyor. Kendine her yerde yeni bir beden buluyor: Bazen bir sokak kavgasında beliriyor, bazen bir kadının varlığına yönelen saldırıda, bazen de bir köyün sessizliğine sinmiş örgütlü yalancılıkta. Nereden geleceği, hangi kılığa bürüneceği, kimi bulacağı belirsiz.

Başakşehir'de otuzdan fazla öğrencinin bir ortaokul kantininden aldıkları yiyeceklerle hastanelik olması, "ihmal" denen masum bir kelimenin ardına saklanamayacak acı bir gerçeğe işaret ediyor: Denetimsizliğin ölümcül gücü... Kötülüğün başka bir biçimi... Kontrolsüzlüğün, "nasıl olsa bir şey olmaz" kültürünün sessiz ama ölümcül versiyonu. Yıllardır biriken yapısal boşlukların, en savunmasız olanları bile koruyamayacak kadar büyüdüğünün kanıtı.

Dört kişilik bir aile, gezmeye geldikleri İstanbul'da hayatını kaybediyor. Aynı karanlık zincirin bir başka halkası. Olayın kendisini konuşmak yerine midye mi suçlu, kokoreç mi, kumpir mi, yoksa ilaçlama şirketi mi diye birbirine giren insanlar görüyoruz. Yine aynı günlerde içtiği kahve yüzünden yoğun bakıma kaldırılan kişi. Her biri tekil gibi görünse de aynı karanlık zemine bağlanıyor. Mesele, yıllardır denetimsizliğin biriktirdiği risklerin artık gözle görülür biçimde insan hayatına dokunuyor olması.

Hayatları asıl tehdit eden şeyin, midye ya da kokoreç değil; kime sorumluluk yükleyeceğini çoktan unutmuş bir sistem olması.

Sistemin kendisi insanlara karşı çalışıyor! ürüme yalnızca gıdada ya da hizmette değil; devletin en temel reflekslerinde, en sıradan denetim mekanizmalarında bile kendini belli ediyor. Kötülük artık tek bir biçime sıkışmıyor; koşullara göre şekil değiştiriyor, her defasında başka bir kanaldan hayatın içine sızıyor. Aynı kökte birleşen farklı olaylar, bize bireysel kusurlardan çok daha büyük bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor: işlevsizleşen kurumların, dağılmış sorumluluk zincirlerinin ve kimsenin sahiplenmediği bir düzenin ürettiği yaygın bir çürüme haliyle.

Adana'da sahte kimlikle yıllarca kaçak yaşayan bir hükümlünün, iki cinayetten kesinleşmiş 36 yıl hapis cezası olmasına rağmen yedi kitap yayımlaması, konferanslar vermesi, imza günleri düzenlemesi... Bu, bireysel bir kurnazlığın hikâyesi olamaz; sistemin çürümüş duvarlarının arasından rahatlıkla sızan kötülüğün hikâyesi olabilir ancak. Bir cinayet hükümlüsü sahte kimlikle kültür hayatına dahil olabiliyor; yıllarca hiçbir denetim mekanizmasına takılmadan dolaşabiliyor. Bu manzara, kötülüğün kişisel bir sapma değil; kurumların zafiyetiyle el ele yürüyen bir düzen olduğunu açıkça gösteriyor.

Son dönemde İstanbul'da görünürlüğü iyiden iyiye artan yeni nesil çeteler, kötülüğün artık organize bir toplumsal yapı haline geldiğinin işaretini veriyor. Veriler, çete faaliyetlerinin yoğun olduğu bölgelerde ekonomik entegrasyonun düşük olduğunu, eğitim seviyelerinin zayıf, sosyal hareketliliğin sınırlı, temel hizmetlere erişimin eşitsiz olduğunu söylüyor. Yani şiddet ve kötülük sadece bireysel öfkenin değil; toplumsal dışlanmanın, yoksulluğun, umutsuzluğun ve devletin geri çekilmesinin ürettiği bir organizma gibi büyüyor.