İnsan yalnızca yaşayan, tüketen bir beden değildir; aynı zamanda anlam üreten, topluma katkı sunan bir varlıktır. İş, sadece geçim kaynağı değil; kimliğin, onurun ve aidiyetin temelidir. Meslek sahibi olmak, insanın kendini hayata bağladığı en güçlü halkalardan biridir.
Bugünse bu halka giderek zayıflıyor. Mesleksizlik, çağımızın sessiz salgınına dönüşmüş durumda. Kimisi hiçbir meslek edinmiyor, kimisi yıllarını verdiği mesleğini icra edemiyor, kimisi de mesleğini ancak ve yalnızca bir unvan olarak taşımakla yetiniyor. Bu durum yalnız bireysel değil; toplumsal bir kırılmadır.
SİYASETTE MESLEK SAHİBİ OLMANIN ÖNEMİMesleksizlik yalnızca bireyin hayatını değil, siyasetin kendisini de çarpıtır. ünkü mesleği olmayan, kimliğini işinden değil, iktidara, genel merkeze, güce yakınlığından üretir. Türkiye'de siyaset büyük ölçüde devletin ve yerel yönetimlerin olanakları üzerinden finanse ediliyor. Mesleği olmayan pek çok kişi, bu kaynaklardan geçinerek siyasetin bir aparatı hâline geliyor. Sağda da solda da tablo farklı değil. Böylece siyaset, mesleklerin yerine geçen sahte bir mesleğe dönüşür. "Ne iş yapıyorsun" sorusuna verilen yanıtın "siyasetçiyim" olması da bu yanılgının bir göstergesidir. Oysa siyaset, bir meslek değil; farklı mesleklerden beslenmesi gereken bir temsil alanıdır.
Bugün partilerin kadrolarına bakıldığında, düzenli bir üretim pratiği olmayan, yalnızca siyaset üzerinden varlık bulan insanların ağırlığı dikkat çekiyor. Mesleğiyle hayatını sürdüren, kendi ayakları üzerinde duran siyasetçiler daha tutarlı ve dik bir duruş sergilerken; mesleksiz kalanlar, mecburen gücün gölgesinde yaşamayı tercih ediyor. Bu da siyaseti bağımsızlıktan uzaklaştırıyor, çıkar ilişkilerine teslim ediyor.
Bu boşluk, siyaset sahasını "geçim kapısı" olarak gören bir zümrenin oluşmasına yol açıyor. Belediye veya bakanlık çevresinde "iş takibi" yapanlar, meclis üyeliği ya da milletvekilliği gibi makamların sunduğu maddi imkânlar ve ayrıcalıklar için siyasete yöneliyor. Huzur hakkı, milletvekilliği maaşı, emeklilik düzenlemeleri, ihaleler ve imar süreçleri, bunların açtığı kapılar ve getirileri, kimi zaman siyaset zeminini kariyer planı hâline getiriyor. Bu ağ, yerel düzeyde de, parlamento düzeyinde de kendini yeniden üretiyor: Babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktarılan bağlantılar, delegelik mekanizmalarıyla güçleniyor.
Bu yapı, siyasetin tabana inmeyen, merkez çevresinde dönen bir sistem haline gelmesine neden oluyor. Delegelikten başlayan adaylık süreci, milletvekili, belediye meclisi üyeliği ya da belediye başkanlığında halkın önüne yalnızca onay için konuyor. Seçim, temsilde adaleti de yönetimde istikrarı da sağlamıyor. Halk, ikinci hatta üçüncü sırada seçmen konumunda. Asıl belirleyici olan örgütler ya da genel başkanlar. Sonra da biz buna demokrasi diyor, övünüyoruz. Oysa övünülecek hiçbir yanı yok. özüm, delegelik sisteminin kaldırılmasından, kapalı aday belirleme süreçlerinin sadeleştirilmesinden, adaylığın ve temsilin önce partinin tabanıyla, sonra da sade yurttaşın meşru katılımıyla tesis edilmesinden geçiyor. Parti içi demokrasinin güçlendirilmesi, partiler yasasında, seçim sisteminde, seçme-seçilme pratiklerinde köklü değişiklikler gerektirir. Ayrıca milletvekilliği, belediye meclis üyeliği, belediye başkanlığı gibi ünvanlar cazip bir ayrıcalık alanı olmaktan çıkarılmalıdır. Maaşlar, huzur hakları ve diğer imkânlar üst düzey bir memurun gelirini aşmayacak düzeyde tutulmalı; makamların sağladığı imtiyazlar sınırlandırılmalıdır. Mesleği olmayan, vergi vermeyen, kendi kazancıyla ayakta duramayan kişilerin siyaseti bir geçim kapısı olarak görmesinin önüne geçilmelidir. Siyaset, ancak mesleğiyle topluma katkı sunmuş ve sorumluluk üstlenmiş insanların alanı haline gelirse sağlıklı bir temsil mümkün olabilir. Ancak bu şekilde siyaset, toplumun önüne geçmektense topluma hizmet eden bir alan haline gelebilir.
Başka türlü, siyaset aynı dar çıkar ağları tarafından yeniden üretilecek; meslek sahibi olmayanların yarattığı boşluk dolmayacaktır.
Üstelik sorun yalnızca mesleksizlik değil; aynı zamanda tekdüzelik. Bir partinin yönetim organlarının, parti meclisinin ve merkez yürütme kurulunun neredeyse tamamının tek bir meslek grubuna; örneğin hukukçulara teslim edilmesi, siyaseti dar bir meslek havzasına sıkıştırıyor. Üstelik bu hukukçuların önemli bir kısmı, mesleğini gerçek anlamda icra etme yetkinliğine bile sahip değil. Hukukçu kimliğini yalnızca bir unvan olarak taşıyan bu kadrolar, partiyi hayatın bütün alanlarını temsil etmekten uzaklaştırıyor. Böylece siyaset, tek bir meslek grubunun dar bakışına teslim oluyor; adeta bir ahtapot gibi o bakış açısı her yeri sarıyor.
Burada ayrıca hukuk fakültelerinin niteliği meselesi de belirleyici. 80 öncesi fakültelerden yetişen hukukçular ile sonrasında açılan fakültelerden çıkanların kalibresi arasında büyük farklar var. Kaliteli fakülteler elbette hâlâ mevcut; ama ülkede ciddi bir hukukçu enflasyonu yaşanıyor. Mesleğini yapabilecek donanıma ve yeterli nosyona sahip olmayanlar, siyasete sığınıyor. ünkü hukukçu olmak, siyasette bir üst kimlik ve egemenlik alanı gibi görülüyor. Bu sınıf, partilerin milletvekili sıralarını ve etkili makamlarını adeta kontrol altında tutuyor. Hukukçular dışında kimi zaman, özellikle yerel yönetimlerden gelen çok sayıda mimar da siyaset sahnesinde kendine yer edinmiş durumda.
Türkiye'de en zeki çocukların büyük bölümü, özellikle orta sınıfın ve yoksul ailelerin çocukları, tıp fakültelerini tercih ediyor. Fakat siyasete baktığınızda doktorların sayısı yok denecek kadar az. Yıllar süren yoğun teori ve pratik eğitimlerden geçiyor, meslekleriyle meşgul oluyor, kendi işlerine sıkı sıkıya bağlı kalıyorlar. Siyasete ise nadiren adım atıyorlar. Ülkenin yönetiminde böylesine az temsil edilmeleri manidar değil midir
SİYASETİN GÖLGESİNDE MESLEK: İŞ İNSANININ OMURGASI NASIL KIRILIYORMesleksizlik nasıl bireyi siyasetin gölgesine itiyorsa, siyasetin ekonomiye gölgesi de iş insanını kendi mesleğinden koparıyor. Ticaretle, sanayiyle, üretimle uğraşanlar; işlerini meslek ahlakıyla yürütmek yerine, siyaset rüzgârının yönünü kollamak zorunda kalıyor. ünkü biliyorlar ki bu ülkede hukuk, bağımsız bir zemin değil; iktidarın elinde bir maşa. Yanlış bir adımda, bir ihalede, bir denetimde siyaset karşısına dikildi mi, meslek onuru değil, siyasi gücün gölgesi belirleyici oluyor. Korku ve endişe, iş insanını kendi emeğine değil, güce yaslanmaya zorluyor.
İşte bu korku, ekonomiyi de kuralsızlaştırıyor. Meslek ahlakıyla değil, iktidara yakınlıkla iş yapma kültürü oluşuyor. Böyle olunca da döviz kurları, faiz oranları, borsa endeksleri yalnızca küresel dalgalanmalardan değil; iç siyasetin yarattığı her gerginlikten de sarsılıyor. Ekonomi, kuralların değil; siyasi reflekslerin yön verdiği kırılgan bir pazara dönüşüyor.
Özellikle esnafın, zanaatkârın ve kendi emeğiyle iş yapan insanların kurumsallaşamaması; mali, hukuki ve vergisel açıdan sağlam bir yapı kuramamaları onları siyasetin gölgesine daha da bağımlı kılıyor. Vergilerini tam verseler, sigorta primlerini eksiksiz ödeseler devletin karşısında daha dik durabilirlerdi. Ancak yurttaşlık bilincine yeterince ulaşamamaları ve bunu çoğu zaman bir kazanç kapısı olarak görmeleri, tam tersine zafiyetlerini derinleştiriyor. Böyle olunca da bu kesimin önemli bir bölümü siyasetin gölgesinde kalıyor.
Türkiye'de siyaset sahnesindeki esnaf ve küçük ölçekli işletme sahiplerinin yaklaşık yüzde yetmişi zaten kayıt dışılıktan besleniyor. Yerelde, ilçelerde, illerde "siyaset esnafı" diyebileceğimiz bir grup da var ki, kayıt dışılığın getirdiği kırılganlık nedeniyle omurgalarını doğrultamıyorlar. Türk siyasetinin temel açmazlarından biri de bu fotoğraftır...
Öte yandan vergisini eksiksiz ödeyen, kurumsallaşmış şirketlerin yöneticileri de siyasetten uzak durmayı tercih ediyor. ünkü gücün hışmına uğramak, radarına girmek istemiyorlar. Heveslenenler olduğunda ise ya kendilerine alan açılmıyor, ya bir şekilde sistemin dışına itiliyorlar, veya başka gerekçelerle susturuluyorlar.
Aslında dünyanın hemen hemen her yerinde ekonomi siyasetten etkilenir. Ama bizdeki kırılganlık çok daha derin. Amerika ya da in belki nezle olurken biz zatürre oluyoruz. Bizde iş dünyası, çok ufak istisnalar dışında büyük oranda kendi mesleki omurgasına değil, siyasetin gölgesine yaslanıyor.
Kendi emeğiyle ayakta duran, mesleğinin hakkını veren iş insanı profili giderek azalıyor. Onun yerine, belediye ihalelerinden, devlet teşviklerinden beslenen, güce bağımlı bir ekonomik sınıf öne çıkıyor. Bu da yalnızca ticaretin niteliğini değil; mesleğin onurunu da çürütüyor. İş insanı, meslek sahibi kimliğini değil, siyasetle kurduğu ilişkiyi kariyerinin temeli haline getiriyor.
Gelişmiş Batı ülkelerinde, örneğin İskandinav ülkelerinde, parlamentoya temsilci bulmakta zorlandıkları olur. ünkü orada toplumun büyük bölümü siyasetle değil, mesleğiyle meşguldür. Devlet aygıtı çok güçlüdür, yerli yerindedir; siyaset bir geçim kaynağı değildir; zaten kimse de siyasetten geçinmeye muhtaç bırakılmaz. Bu yüzden siyasete atılmak bir ayrıcalık değil, çoğu zaman toplum tarafından itelenerek üstlenilen bir sorumluluk gibidir. O ülkelerde siyasetçiler görevlerini tamamladıklarında sade bir hayata dönerler; emekli olup bisikletleriyle dolaşır, metroya binerler. Bizdeki gibi etraflarında koruma ordusuyla gezmezler. ünkü siyaset onlar için bir statü değil, geçici bir görevdir.
Bizde ise tam tersi bir tablo vardır. Siyaset, bir ego ve statü yarışına dönüşür. İnsanlar mesleklerinden çok siyasetle var olmaya çalışır. Devletin tarafsız ve adil bir mekanizma olması gerekirken, ayrımcılığın ve iktidar gölgesinin etkisiyle siyasetin alanı sürekli genişler. Oysa güçlü bir kuvvetler ayrılığı, yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı ve tarafsız bir devlet anlayışı olmadan meslekler de, siyaset de itibarını koruyamaz.
***
Mesleğini gücün sopasına kaptıranlardan, mesleğini yalnızca bir unvan olarak siyasetin içinde tüketenlerden söz ettik. Ama mesele burada bitmiyor. Şimdi biraz da yıllarını verdiği mesleğini yapamayanlardan, seçtiği mesleğe yönelik esaslı bir eğitim alamayanlardan ve hakkıyla meslek sahibi olmasına rağmen bu coğrafyada sunulamayan imkânlar altında işini icra etmesi beklenenlerden söz etmek gerekiyor.
DİPLOMA ELDE, MESLEK ELDEN GİDİNCETürkiye'de işsizlik artık yalnızca bir ekonomik gösterge değil. Bireyin toplumla kurduğu bağı, ailesiyle ilişkisini, kendi benliğiyle özdeşliğini sarsan yapısal bir hayata dönüşmüş durumda. Hele ki bu işsizlik, kişinin yıllarca emek verdiği mesleği icra edememesi biçiminde ortaya çıktığında, yaşanan kırılma daha da derinleşiyor. Ekonomik kayıp, aidiyetsizlik, özgüven kaybı, varoluşsal krizler... onu takip ediyor. Topluma yabancılaşma başlıyor.
Gençler, yıllarca "meslek sahibi olunca her şey düzelecek" inancıyla büyütülüyor. Oysa diplomasını eline aldıktan sonra karşılarına çıkan gerçeklik; işsizlik, asgari ücretle alakasız işlerde çalışmak ya da ailesine bağımlı bir yaşam sürmek oluyor.