İsrail-İran Savaşı Ekseninde Çivisi Çıkan Dünya

İnsanlığın kolektif aklı çöküyor gibi uzunca bir zamandır. Bir şeyler yerinden oynuyor. "Dünya zıvanadan mı çıkıyor" sorusu artık paranoyaklara değil, makul insanlara ait

Ortadoğu'da, haritada bir avuç yer kaplayan ama etkisi kıtaları aşan, dünyanın ahlaki dengesini altüst eden bir ülke; İsrail. Amerika'nın vurucu koç başı. Nüfusu, İstanbul'un yarısı kadar. Ama Amerika'nın desteğiyle elinde tuttuğu politik gücü, askeri teknolojisi ve dokunulmazlık zırhıyla dünyayı şekillendiren aktörlerden başında Öyle bir ülke ki, saldırmayı güvenlik, işgal etmeyi savunma, savaş açmayı diplomasi diye sunuyor. Barışı savaşla savunuyor; güvenliği başkalarının yok oluşunda arıyor.

İsrail artık yalnızca bir ülke değil. Bir olgu. Bir sistem. Bir mesaj: Güç sende varsa, haklı olman gerekmez. Yalnızca Filistinliler için değil, bölgedeki herkes için bir tehdide dönüşmüş durumda. Tehdit edici, bölgesel bir hegemon güç Türkiye'den Körfez ülkelerine kadar herkesin yeni "başat tehdit" algısı

Netanyahu, İran'ı nükleer silah üretmekle suçladı. "Oyalanıyoruz" dedi. "Tehlike kapımızda," ve düğmeye bastı. İran'ın askeri üsleri, nükleer tesisleri, ekonomik merkezleri hedef alındı. Öldürülenler arasında Devrim Muhafızları Komutanı, Genelkurmay Başkanı, Hava Kuvvetleri Komutanı'nın da bulunduğu bir düzineden fazla üst düzey komutan var Yalnızca askerler de değildi hedef; İran'ın bilim dünyasına yön veren nükleer fizikçiler, mühendisler, araştırmacılar Yani bu saldırı, bir askeri operasyon değil, entelektüel bir kafatası avıydı. Sadece bedenleri değil, beyinleri hedef aldılar. Zihinsel bir yok etme hamlesi.

Böylesine nokta atışıyla yapılan bir operasyon, yalnızca teknolojik üstünlükle açıklanamaz. İsrail'in, İran içinde derinlere kök salmış çok katmanlı bir istihbarat ağına sahip olduğu artık sır değil. Sahaya sızmış bir bilginin, içeriden işleyen bir aklın, damarlarına kadar nüfuz etmiş bir istihbarat ağının ürünü.

Molla rejimi yıllardır kadınların başörtüsüyle uğraşıyor. Bir tutam saçı görünce devlet refleksi devreye giriyor ama o sırada ülkenin damarlarına kadar sızan Mossad'ın farkında bile değiller. İstihbarat servisinin başına Mossad ajanı gelmiş İsrail, İran topraklarında adeta üs kurmuş. Drone fabrikaları, gözetleme merkezleri, derinlemesine istihbarat ağları Bu kadarı da olurmuş demek ki Kendi halkını bastırmakta maharetli olanlar, dışarıdan gelen sızıntıya kör.

Ayrıca son bir yıldır İran, Gazze'den Yemen'e, Suriye'den Irak'a kadar vekil güçlerini desteklemekle meşguldü. Bunlar için milyarlarca dolar harcadı. Ama aynı sürede kendi topraklarının güvenliğine yatırım yapmadı. Güvenliği dışarıda kurmak istedi, içeride ihmal etti. Şimdi o dış çeper çökünce, İsrail ve Amerika İran ana kıtasına fütursuzca girebiliyor

İran ilk şoku atlattıktan sonra kırmızı intikam bayrağını çekti, misillemeye geçti, biraz da zevahiri kurtarmak için Meşhur "Demir Kubbe" bazı yerlerde delindi. Tel Aviv ve Hayfa dahil pek çok şehir hedef alındı. Ancak bunlar elbette İsrail'in İran'a verdiği kayıplarla kıyaslanabilecek düzeyde bir etki yaratamadı. Çünkü güç asimetrisi ortada. İran'ın misillemesi daha çok bir yanıt verme, bir gururunu kurtarma mecburiyetiydi ve masaya oturma zamanı geldiğinde çok da biçare görünmeme arzusuydu, gerçek bir dengeleme değil.

Petrol fiyatları daha ilk günden fırladı. Ekonomik göstergeler, yalnızca savaşan taraflarını değil, tüm dünyayı uyarıyor. Küresel ekonomi bir yangın yerine dönebilir; çünkü savaş, artık yalnızca cephede yaşanmıyor. Etkisi piyasalarda dalga dalga yayılıyor, zihinlerde endişeye, diplomasi masalarında sessiz bir gerilime dönüşüyor. Yeni çağın savaşları sadece toprakta değil veride, finans sisteminde ve sinir uçlarında yaşanıyor. İsrail ve İran arasındaki bu yeni cepheleşme sadece Ortadoğu'nun değil, dünyanın tamamının meselesi oluyor.

Çatışmaların kontrolden çıkma ihtimali, müttefiklerin ve vekil güçlerin devreye girme olasılığı, nükleer silahların kartlara yazılma ihtimali Bunların her biri, gelecek yüzyılı değil, yarınımızı tehdit ediyor.

Amerika Akdeniz'e yeni filolarını gönderiyor, Körfez'e askeri yığınak yapıyor. Diplomasi adına tehditlerini sıralıyor; Bu artık müzakere değil, bir tür şantaj. "Önleyici diplomasi" dedikleri şey, aslında kaba bir mesajdan ibaret: Kırk katır mı, kırk satır mı, hangisini tercih ediyorsan..

Trump açık açık İran sahasının onların kontrolünde olduğunu dile getirebiliyor. Ne kadar acı bir cümle bu Bir ülkenin topraklarını, kendi stratejik oyun sahası gibi tanımlamak Ayrıca "İran Cumhurbaşkanı'nın yerini bildiklerini, şimdilik öldürmeyeceklerini ama sabırlarının da taşmakta olduğu mesajını da veriyor

Bu sözler, yalnızca bir diplomatik gerilim değil; savaşın gerçekte kimler arasında olduğunu ele veren itiraflardır. Çünkü bu açıklama, ABD'nin bu çatışmanın kenarında değil, tam kalbinde olduğunu ortaya koyuyor.

Washington, İran'ı kendi çizdiği sınırlar içinde bir anlaşmaya zorluyor. Masaya barış değil, şart koyuyor. Zor yoluyla şekillendirilmiş bir "rıza" üretmeye çalışıyor; Gramsci'nin tanımladığı anlamda bir hegemonya inşası mı bu acaba

Bu yol, Irak'ta Saddam Hüseyin'le başladı. Kimyasal silah var, dediler, kanıtlayamadılar ama işgal ettiler. Dünya kamuoyu o yalanı sindirene kadar, ülke yerle bir olmuştu. 1 milyonun üzerinde insanın canına mal oldu.

Sonra Libya. Arap Baharı adı altında başlatılan dalga, Kaddafi'yi silip süpürdü. "Demokrasi" ve "insan hakları" söylemleri eşliğinde bir ülkenin kalbi söküldü.

Suriye'de sıra Esad'a geldi. Diktatör dediler. Baskıcı dediler. Suriye, yıllardır süren vekalet savaşlarının sahasına dönüştü.

Suriye'den en çok fayda sağlayan ülke; Rusya'ydı. Zaten orada üsleri vardı, Akdeniz'e açılan kapısıydı Hava sahasını kontrol ediyor, rejime lojistik destek sunuyordu.

Ama ne zaman ki Amerika ve müttefikleri müdahale çıtasını yükseltti, Rusya'nın sesi cılız kaldı. Esad'a ancak kendisine kaçma seçeneğini sunabildi, diğer bir deyişle "sattı".

Şimdi benzer bir senaryo İran için hazırlanıyor. İran ne bir Suriye, ne bir Libya elbette. Son derece kadim bir medeniyet; aklı ve hafızası çağların ötesine uzanır. Ama molla rejimleri, o aklı mahvetti. Ömer Hayyamların, Hasan Sabbahların memleketi karanlığa teslim edildi İran'ın önünde artık yalnızca iki seçenek var gibi görünüyor: Onursuzca masaya oturmak ya da emperyalizm tarafından bütünüyle çökertilmek. Ara bir yol, bu denklemde pek mümkün görünmüyor. Yine de bir üçüncü yoldan bahsetmek mümkün: Onurluca, sonuna kadar direnmek. Teslim olmadan, bedeli ne olursa olsun mücadele etmek.

Peki, İran'ın sırtını yasladığı büyük aktörler ne yapıyor Çin mi Rusya mı

İran'dan ekonomik olarak en çok faydayı sağlayan Çin. Petrol, doğalgaz, yatırım anlaşmaları Ama sıra sıcak çatışmaya gelince, Pekin sessiz.

Bugün artık herkesin bildiği bir şey var: Amerikan emperyalizminin doğrudan karşısında duran kim varsa, ya işgal edildi, ya içten çözüldü, ya da yalnız bırakıldı. İsrail bu politikanın vekil uygulayıcısı gibi sahada. Ama ipleri elinde tutan, hâlâ Washington.

Bu noktada Çin'in de, Rusya'nın da İran dosyasını çok iyi çalışması gerekiyor. Çünkü sıra tekrar kendilerine gelmeden önce ellerini başlarının arasına alıp düşünmeleri şart. Bugüne kadar kaç tane sarı öküz verildi, herkesin hesabını ayrı tutması gerek

Şu anda dünyada üç büyük güç var: Amerika, Çin ve Rusya.

Ama geldikleri noktada hiçbiri küresel liderlik üretemiyor.

Bu artık apaçık ortada. Amerika, Trump gibi saat başı fikir değiştiren, tüccar refleksiyle hareket eden bir figürü zirveye taşıyabilmiş bir ülke. Rusya desek, Putin'in nasıl ve ne şekilde seçildiği, herkesin malumu. Çin, geleceğin süper gücü olarak lanse ediliyor ama dünya sahnesinde hâlâ gölge boksu yapmayı tercih ediyor.

Liderlik boşluğu büyüyor. Ve dünya bu boşlukta rotasız, pusulasız savruldukça savruluyor.

Halbuki Atatürk bundan bir asır önce fark etmişti olması gerekeni. Ne bir strateji raporunda, ne bir deklarasyonda, sadece bir devlet aklının vicdanıyla Sadece bir barış çağrısı yapmamıştı, bir uygarlık uyarısı bırakmıştı ardında: Yurtta sulh, cihanda sulh.

Barış, yalnızca bir dönem politikası değil, bir varoluş ilkesiydi onun için. Aynı şekilde "Mecbur kalmadıkça savaş bir cinayettir," sözü

Bugün dünya bu iki cümleyi unuttu. Unuttukça savaş normalleşti, cinayetler diplomasiye dönüştü. Biz hâlâ o sözlerin büyüklüğüyle sınanıyoruz.

Bugün dünya, ne sulhu koruyabiliyor ne de cinayetle barış arasındaki farkı ayırt edebiliyor. Haklı savaş yok; çıkar savaşları, vekâlet savaşları, algı savaşları, teknoloji ve istihbarat üzerinden yürütülen gölgeli savaşlar var.

İnsanlık bir gün gerçekten savaşa değil, barışa mecbur olduğunu anlayabilecek mi

Evet, savaş gerçekten de artık yalnızca cephede yaşanmıyor. Ölüm ve dehşet görüntüleri, sadece askeri kameralarda değil; müzikle titreşen ışıkların arasında da dolaşıyor, gece kulüplerinin huşulu eğlencelerine etkileyici bir fon görevi görüyor.

Lübnan'da bir eğlence mekânında insanlar dans ederken, gecenin karanlığında semayı ışıklandıran füzeleri izliyor, şık gece kıyafetleri içinde, görüntüleri cep telefonlarıyla kaydediyorlar Caz ritmiyle senkronize patlamalar, bedenlerin kıvrıldığı ışıklı zemine karışıyor Bir ülke yanarken, diğerinde bu yangın gökyüzünü renklendiriyor Aynı anda. Aynı coğrafyada.

Bu sahne, her şeyin ötesinde bir gerçekle yüzleştiriyor bizi: İnsanlık, bir eşiği daha geçti. Artık savaşlar bile dramatik ağırlığını yitiriyor; yıkım bir enformasyon dekoruna, ölüm ise görsel bir efekte dönüşüyor. Savaş bir gösteriye, yok oluş bir arka fon müziğine İnsanlığın çıtası yalnızca ahlaken değil, varoluşsal olarak da düşüyor. Jean Baudrillard'ın "Gerçeklik, yerini simülasyona bıraktı" tespiti artık kuramsal bir fikir değil. Lübnan'daki o gece kulübü, bu tespitin kanlı bir sahne dekoru gibiydi adeta. Görüntü... öylesine epikti ki, insan artık neye ağlayacağını, neye hayret edeceğini bilemiyor. Belki de modern çağın en büyük trajedisi bu: Hiçbir trajedinin bizi tam anlamıyla sarsamaması. Dünya öyle ters döndü ki, şimdi yanlış ayakta duruyor; doğru yere sığamıyor. Normaller anormal, anormaller normal oldu. Dünya, tersine çevrilmiş bir bilinç hâliyle, olup biteni izlemeye devam ediyor. Gerçekle yalan, kurbanla fail, haberle kurgu iç içe geçti. Hakikatin kıymeti azaldıkça, hissizliğimiz de meşrulaştı.

Gazze artık manşetlerde değil. İran ile İsrail arasındaki gerilim, dünyanın dikkatini çoktan başka bir sahneye çevirdi. Yeni füzeler eski yaraları hafifletiyor sanki. Bir savaş başka bir zulmü gölgeliyor.

Gazze, hâlâ bombalanırken; hâlâ yardım almaya giden çocuklar bir video oyunuymuşçasına vurulurken, kalanlar açlıktan ölmeye başlamışken; hâlâ insanlar yıkıntılar arasında nefes almaya çalışırken görünmez kılındı.

Oysa Gazze'de yaşanan şey, bir savaş değil. Bir yok etme iradesi. Sistemli, soğukkanlı, gündelik bir şiddet. Enkazdan çıkarılamayan cesetler, susuzluktan ağlamayı bile unutmuş bebekler... Bunlar, insanlık tarihinin başka pek az zulmüne benziyor. Burada ölüm sıradanlaştı. Çünkü burada yaşam, bir mucizeye dönüştü.

Gazze, artık sadece bir şehir değil, sanki bir suskunluk sınavı

Batı'nın bu konuda gösterdiği suskunluk, artık diplomatik bir denge arayışı değil, utanılması gereken bir tarafgirliktir.