"ok çalışırsan her şeyi başarırsın". ocukları, gençleri, üretmeye, başarıya, daha çok kazanmaya teşvik etmek için ne çok tekrar ederiz bu cümleyi... Peki, gerçekten öyle midir
Bir çocuk sabah penceresini açıyor, karşısında yemyeşil bir manzara ya da ışıltılı bir şehir silueti. Diğeri uyanıyor, baktığı tek şey dar bir apartman boşluğu. Bu iki çocuğun aynı noktaya varma ihtimali gerçekten eşit midir Başlangıç çizgisi aynı değilse, yarışın adil olduğu iddia edilebilir mi
Safi çıplak yetenek mi başarıyla taçlanır, yoksa çoğu zaman evden taşınan kültürel sermaye midir başarıyı bir taç halinde kişinin başına taşıyan
Emek, içine doğulan imkân setiyle çarpılarak kişiyi başarılı ya da başarısız bir "nota" taşır. İmkânlar farklıysa potansiyelin sınırları da farklı çizilir. Gerek bilimsel veriler, gerekse istatistikler bu gerçeği sessizce doğrulamaktadır.
Elbette istisnalar var. İçinden çıktığı koşulları aşabilen, hikâyesi alkışlanan çocuklar, gençler, bireyler... Ama istisna, genel kuralı değiştirmiyor. oğunluk hâlâ "kaderini" doğduğu evin olanaklarıyla yazıyor. Dezavantajlı öğrenciler daha sık sınıf tekrarı yapıyor örneğin... Erken yaşlardan itibaren beslenme, kronik stres ve çocuğun zihinsel gelişimini destekleyen uyaranların eksikliği gibi aracı etkenler, başarı farkını büyütüyor. Yani mesele salt "zeka", emek ya da azim değil; geniş bir imkan, kaynak, güvenlik ve beklenti ekolojisi.
Harvard örneği çok şey anlatıyor: Harvard'da, en yüksek gelir grubundan gelen öğrenciler, kontenjanın büyük kısmını dolduruyor (En zengin yüzde 1'den gelenlerin payı kabaca yüzde 15 civarında). En düşük gelir grubundakilerin oranı ise neredeyse görünmez (en alt yüzde 20'lik gruptan gelenlerin payı yüzde 3'ü geçmiyor). Tablo net: Başarı, yetenekle birlikte ailenin gelir-sermaye kombinasyonuna sıkı sıkıya bağlı.
Öte yandan; fırsat eşitliğinin gerçekten yüksek olduğu toplumlarda aileyle ilgili arka plan bu kadar belirleyici değil. ünkü bu ülkelerde sosyo-ekonomik farklar çok dar. Nereden başladığın değil, nereye vardığın önemli. İşte bu yüzden Finlandiya, Norveç gibi İskandinav ülkeleri eğitim anlamında hala güçlü birer referans. ünkü orada sistem, çocukların sırtındaki yükü hafifletebiliyor.
Adil sistem, "nereden başladığımız" ile "nereye vardığımız" arasındaki bağı zayıflatabilen sistemdir.
Amerikalı filozof Rawls'un "doğal piyango"sunu hatırlayalım. Doğal yetenekler ve toplumsal koşullar, ahlaki bakımdan rastlantısaldır. Bu yüzden adalet, bireylerin bu doğuştan gelen avantaj ve dezavantajlarını dengeleyebilen kurumların varlığıyla sağlanabilir. Tam bu noktada eğitimi, eşitsiz manzaraları biraz olsun eşitleyebilen bir kurum olarak yeniden düşünmek zorundayız.
***
Türkiye'de fırsat eşitsizliği yalnızca hissedilen bir duygu değil, rakamlarla da ortada. 2023–2024 verilerine göre 75 bin okulun beşte biri özel okul. Yirmi yıl öncesiyle kıyaslandığında on kattan fazla artış görülüyor. (2002-2003 eğitim yılında özel okul sayısı 1246 imiş.)
OECD raporları, 15–19 yaş grubu için eğitime katılım oranının doğuda %60'larda, batıda %80'lerde olduğunu gösteriyor. Kız öğrencilerin eğitimden kopma oranı erkeklere kıyasla hâlâ çok yüksek. Ülke çapında 18-24 yaş arası genç kadınların yüzde 41'i okula gitmiyor. Bölgesel ve cinsiyet temelli uçurumlar eğitimin kalitesini doğrudan etkiliyor.
Ülkede eğitim alabilen çocuklar arasındaki uçurum da günbegün derinleşiyor. Parası olan, çocuğunu nitelikli okula gönderiyor; olmayan, kalabalık sınıflara, eski binalara, laboratuvarsız, kütüphanesiz, materyalsiz okullara mahkûm ediliyor. "Paran kadar eğitim" anlayışı son sürat hakimiyetini sürdürüyor.
Ekonomik kriz sorunları daha da ağırlaştırıyor. Eğitim her gün biraz daha sınıfsal özellik kazanıyor. Kamusal politikalarla yeniden güvence altına alınmadıkça da çocuklar kaderine terk ediliyor.
***
Diploma var, iş yok. Milyonlarca üniversite mezunu ya iş bulamıyor ya da bulduğu işle geçinemiyor. Bir yanda "personel yok" diye yakınan ve kapılarını sonuna kadar mültecilere, yabancı işçilere açan sektörler; öte yanda alanı dışında, güvencesiz çalışan gençler... Sorun yalın: İnsan gücü planlaması yok, eğitim-istihdam hattı kopuk.
"4+4+4" ile herkesi üniversite kapısına yığdık; sonra "devlet iş kapısı değil," dedik. Meslek liselerini "ara eleman" değil "ikinci sınıf" diye kodladık. Üstelik bir dönem, imam hatiplerin önünü açmak için getirilen düzenlemeler meslek liselerini iyice gölgede bıraktı; teknik okullar dezavantajlı hale geldi. Sonuç: diplomanın itibarı düştü, teknik beceri açığı büyüdü.
Üstüne bir de her köşe başında açılan özel okullar, apartman üniversiteleri, ülkenin ihtiyacı olmayan alanlarda on binlerce genç mezun yaratıyor. On ihtiyaç varken yüz kişiyi aynı branşa dolduruyoruz; sonuç, diplomaların değer kaybı.
ocuklara parlak hayaller çizip, sonunda kırıntılara razı olmalarını istedik. Bu tablonun arkasında sürekli değişen müfredatın da payı var. Yaz boz tahtasına dönen sistem, iyileştirme niyetiyle her seferinde yeni kırılmalar yaratıyor. 12 Eylül'le budanan felsefe ve mantık dersleri eğitimi daraltırken, sınav odaklı yarış mantığı çocukları yarış atına çevirdi. Başarılı olan bile mutsuz. (ünkü okuma sevgisi dayatmayla kazanılamaz. Sorun, zihniyetin kendisinde.)
Gerçek ihtiyaçları gözetmeyen bir anlayışla ne diploma işe yarıyor ne reform.
Meslekleri değersizleştirdik, diplomayı tek kurtuluş sandık; şimdi ise hem mezun işsiz, hem usta küskün, hem gençler mutsuz, ülke ise rotasız.
Şimdi soru şu: Kazanan kim Ne ülke, ne veli, ne öğrenci... Kazanan, sınav odaklı düzenin etrafında büyüyen dev bir pazar.
Kurslar, denemeler, yayınlar, danışmanlıklar, "koçluk" sistemi... ocukluğun ve gençliğin üzerine çöken sürekli bir "sıradaki sınav" gölgesi. Harcadığımız enerji, para ve umut, öğrenmeye değil "elemeye" akıyor. Bir dönem özel dershaneler kapatıldı ama bu adım yarışı bitirmek yerine daha karmaşık hale getirdi; süreç etüt merkezleri, özel dersler, online kurslarla yeniden üretildi. ocuklar yine aynı yükün altında, sadece isimler değişti.
Bu tablo sürdürülebilir değil. Eğitim, gençleri hayata hazırlamak yerine onları hayattan koparıyor; yüz binlerce "ev genci" bunun en somut kanıtı. Yıllarca harcanan onca emek, dökülen para, beslenen umut ve kurulan hayallerin karşılığında alınan sonuç bu olmamalı.
Aynı hatayı tekrarlarsak "eğitimden kaçış" yeni beka sorunumuz olur.
ıkış, net: Yönlendirmeyi gerçek ihtiyaçlara göre yapmak; mesleki yolu itibarlı kılmak; sınavı amaç olmaktan çıkarıp araca indirmek.
***
Bugün üniversite öğrencileri için en yakıcı meselelerden biri de barınma. Halbuki eskiden üniversite eşittir yurt, barınma demekti. Birkaç arkadaşın aldıkları krediyle ev tutabildiği yıllar çok geride kaldı; şimdi aynı krediyle on öğrenci birleşse bile kira karşısında çaresiz... Yurt kapasitesi ihtiyacı karşılamıyor, burslar karnı doyurmuyor. Büyük şehirlerde üniversite enflasyonu var ama barınma için aynı oranda çözüm yok. Eğitim hakkı, barınma hakkı olmadan havada kalıyor.
Sorun yalnızca çatı değil, sofra da eksik. İşçi ya da memur emeklisinin çocuğu, aldığı üç kuruşla kirayı mı karşılasın, çocuğunun karnını mı doyursun, eğitim masraflarına mı göğüs gersin... Beslenme çantaları çocukların halini ele veriyor; çocuklar, yeterli protein alamadan eğitim sürdürmek zorunda kalıyorlar. Oysa örneğin, ilkokul ve ortaokullarda ücretsiz yemek uygulaması, hem sağlıklı beslenme hem yurttaşlık bilinci için büyük bir adım olabilirdi. Bu konuda atılan adımların hepsi yarım kaldı...
Üniversite kentleri olan ve yerel yönetimlerin CHP'li belediyelerin elinde olduğu, yani "sol anlayışla" yönetilmesinin beklendiği Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Antalya gibi şehirlerde de tablo farklı değil. Belediyeler, sivil toplum örgütleri, meslek odaları bir araya gelerek kalıcı çözümler üretebilirken bu temel mesele yeterince sahiplenilmiyor. Oysa solun özü, toplumun en kırılgan kesimlerini korumak, eşitsizliği azaltmak ve adil bir düzen inşa etmek değil midir Barınma ve beslenme gibi hayati konularda daha özenli, daha akılcı adımlar atılmasının beklenmesi bundan değil midir