Dev aynasındaki bireyler ve hakikatin yerine geçenler

Kolektiflik, bir zamanlar birbirine omuz vermek, aynı ağırlığı taşımak, aynı yükü bölüşmek iken bugün, çoğu zaman, sadece görünmekten ibaret. Aidiyet artık bir eylem değil, bir imaj. Bir arada olmak, aynı şeyi hissetmekten çok aynı pozu vermekle ölçülüyor.

Dijital çağın en büyük illüzyonlarından biri bu: Birlikteymiş gibi görünmek. Hashtag'ler, paylaşımlar, ortak sloganlar... Bunlar, dışarıdan bakıldığında bir topluluğun izlerini taşıyor. Ama içeride ne var Gerçek bir amaç mı, bir inanç mı, yoksa sadece paylaşılabilir bir imaj mı

Birlik olmak, artık, hiss etmekle değil, göstermekle ilgili. Kolektifin özü kayboluyor; geriye sadece parlatılmış bir yüzey kalıyor. Gerçek dayanışma, görünmez olandır. Ancak biz artık görünmez olanı değil, en çok görünür olanı kutsuyoruz.

Oysa toplumlar, kitleler, ancak ortak bir dertle derinleşebilir. Derdin yerini "estetik" alırsa, kalabalık, bir sahneye dönüşür. Herkes rolünde, herkes izleyiciye oynuyor. Aidiyet artık bir bağlılık değil; bir "performans". Bir hissin değil, bir estetiğin içinde var olma çabası.

Bu yüzden sormak gerekiyor: Gerçekten birlikte miyiz, yoksa birlikteymiş gibi yapan yalnızlar mıyız

Günümüzde toplumsal duyarlılık, çoğu zaman ekranın soğuk ışığında sergileniyor. Bir etiket, üzerine siyah fonlu iki dramatik cümle, fonda duygusal bir müzik... O kadar.

Ardından kahve konuyor bardağa ve hayat kaldığı yerden süslü bir kayıtsızlıkla devam ediyor.

Acı paylaşılmıyor; sadece estetikle paketlenip servis ediliyor.

Bugün aktivizm, giderek bir kendini konumlandırma biçimine dönüştü. İnsanlar çoğu zaman bir dava için değil, bir davanın yanında nasıl durduklarını göstermek için konuşuyor. Direniş, içerikten değil görünürlükten besleniyor.

O yüzden en etkili eylem biçimi, artık bir meydan değil; bir kare.

Toplumsal travmalar karşısında yükselen (dijital) tepkilerde, acıya ortak olmakla acının estetiğini pazarlamak arasındaki çizgi bulanıklaşıyor. En duygusal müzikler eşliğinde "hissedilen" acı, çoğu zaman gerçek bir dayanışma çağrısından çok, bir imaj yönetimi pratiğine dönüşüyor. Bu yüzden bazen bir felakete üzülmek değil, "üzülebilen biri gibi görünmek" daha öncelikli hale gelebiliyor.

Bir acı haberi karşısında ekran başında gevşek bir huzurla salınan bedenler görüyoruz artık. "Şükür ki benim başıma gelmedi" duygusuyla...

Biri gasp, hırsızlık, taciz gibi yüz kızartıcı bir suç işlediğinde ve yakalandığında o an orada bulunan veya ekranın öbür ucundaki kalabalık bir anda infaz heyetine dönüşüyor. Linç refleksi, suçtan çok yakalanmış olmaya duyulan öfkeyle şekilleniyor. Çünkü aslında o kalabalığın içinden bir kısmı, aynı suça meyilli ya da çoktan bulaşmış olabilir... Yakalanmayanın adıdır dürüstlük biraz da bu topraklarda... Cezalandırmak da bir tür bastırma...

Filistin için bir gece boyunca ağladıktan sonra, sabah kahvaltı masasında filtre kahveler paylaşılıyor.

Bolu'daki otel yangınında yanan çocuklar kadar çabuk yanıyor hafızalar...

Bir kadının sokak ortasında katledilişini saniye saniye izledikten sonra aynı parmakla onu unuttuğumuz yere kayıyoruz...

Bugün 12 askerin şehit olduğu haberi ekranlara çöküyor, üç gün sonra algoritmada izi bile kalmayabiliyor...

Aynı şey siyaset için de geçerli. Türkiye'de politik kimlikler artık birer "takım forması" gibi taşınıyor. Aidiyet, fikirle değil imajla kuruluyor. Partiler, tabanlarını mobilize etmekten çok markalaştırıyor.

Gündelik yaşamda her şey politik ama hiçbir şey siyaset üretmiyor. Çünkü hakikatin yerini semboller, eleştirinin yerini sadakat, çözümün yerini alkış toplayan cümleler almış durumda.

Toplumsal travmaları aşmak, gerçekten iyileşmek, rahatsız edici sorular sormayı, ezber bozan cümleler kurmayı gerektirir. Ama biz, içeriği değil, ritüeli yaşatıyoruz.

Ritüel hâline gelen bu yüzeysellik, sadece bireyleri değil, kurumsal aklı da felce uğratıyor. Sadece toplumsal hafızayı değil, yönetsel refleksi de dumura uğratıyor.

Tam da bu yüzeysellik, Türkiye'de siyasal yapıyı çürüten en büyük virüse dönüşmüş durumda.

Baş köşe, çoktandır cehaletin oturma alanı. Bilgi, düşünce, araştırma, okuma, inceleme... Bu kelimeler artık otoriteyle ilişkilendirilmiyor. Çoğu zaman bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunuyor; sesin yüksekliği, zihnin derinliğinin önüne geçiyor. Mesele yalnızca cehalet de değil; ideolojik tutarlılığın da yerini çıkar hesapları almış durumda. İnançla değil, fırsatla kurulan birliktelikler, en küçük riskte çözülüyor. "Etkin pişmanlık" artık yalnızca bir hukuk terimi değil; siyasi refleksin adı. Birbirini ilk fırsatta satanların kalabalığında, sadakat bile kısa vadeli bir gösteriye dönüşüyor.

Bugün Türkiye'de hem iktidarda hem muhalefette ortak bir refleks var: İstişare rafa kalktı, sadakat terfi ettiriyor. Bilgi değil, biat yükseliyor.

"Ne biliyor" sorusunun yerini, "Bizden mi" sorusu almış durumda. Akılcı uyarılar, itirazlar ve alternatif fikirler ya susturuluyor ya da itibarsızlaştırılıyor. Bilimin, uzmanlığın, deneyimin sesi kısık; kürsüler ise sadakat nutuklarıyla dolu.

Depremin, yangının, göçün, eğitimin, sağlığın çözümünde uzmanlara değil biata endeksli vitrin insanlarına kulak veriliyor.

Ege'de korkunç bir yangın felaketi yaşanıyor, İzmir ve çevresi alevler altında... Yangına müdale etsin diye, İzmir'in dağını, rüzgârını, kaçış yolunu bilmeyen bir dozer operatörü, Konya, Ilgın'dan getiriliyor ve orada hayatını kaybediyor...

Çünkü artık liyakat değil lojistik, yerel bilgelik değil merkezî sevk makbul. Bölgenin rüzgârını, topografyasını bilen uzmanlar değil; merkezden atanan "işgücü" var. 20-30 sene öncesine kadar bölgeden, yerel ormancılardan oluşan ekipler aracılığıyla mücadele edilirdi yangınla. Şimdi ise hem yangınlar hem kurum hafızası yanıyor; kelimenin tam anlamıyla. Bu, sadece bir felaket değil; bu, bir ülkenin yönetim aklının da yanmakta olduğunun fotoğrafı.

Bu düzende bilgili olan kenarda bekliyor; çünkü bilgi, artık riskli bir şey. Bilen sorgular. Sorgulayan huzursuz eder. Siyasetin en güçlü dili eleştiri değil, sadakat. İçeriden gelen her itiraz, ihanetle eş tutuluyor; dışarıdan gelen her eleştiri ise düşmanlıkla.