Bir ahlak meselesi... Temiz eller, kirli zihinler

Ahlak; herkesin ağzında dolaşan fakat kimsenin pek de hayatına almadığı kelime. Herkesin kolayca telaffuz ettiği ama kimsenin taşımaya yanaşmadığı bir yük... Başkasında eksikliğini gördüğümüzde hemen parmağımızı sallıyoruz; kendi payımıza düşeni fark ettiğimizdeyse gözümüzü kaçırıyoruz. Bugün ahlak dediğimiz şey, toplumun vitrininde sergilenen bir süs eşyasına döndü. Kimse dokunmak istemiyor ama herkes hakkında konuşuyor.

Özel hayata sıkıştırılmış, kamusal alanda anlamını yitirmiş bir ahlaktan söz ediyoruz. Oysa asıl yıkım, tam da orada; yönetenin de yönetilenin de dürüstlüğü, bir "tercih meselesi"ne dönüştüğünde başlıyor...

Bizde ahlak, çoğu zaman yanlış yere konuyor. Yolsuzluk konuşulmazken, herhangi birinin özel hayatı günlerce tartışılabiliyor. Ahlakı sadece cinselliğe indirgeyen, bunu da bir baskı aracı haline getiren bir toplumda gerçek ahlaksızlıklar görünmez oluyor. Oysa asıl yozlaşma, hak edilmeyeni almada, hakkı olmayana uzanan elde başlıyor. İşini kötü yapan memurun, rüşveti "paylaşmak" olarak gören yöneticinin, torpili "yardım" sayan yurttaşın olduğu yerde ahlaktan söz etmek kolay değildir, kolay olmuyor.

Toplum kendi işine geleni konuşuyor, işine gelmeyeni susturuyor.

Bir çocuk arkadaşının kalemini izinsiz aldığında, büyükler "olsun, paylaşmayı öğrensin," diyor. Aynı çocuk büyüyüp başkasının emeğini sahiplenince, buna "uyanıklık" adı veriliyor. Küçük haksızlıkların masum sayıldığı yerde büyük haksızlıklar meşruiyet kazanıyor.

Yolsuzluğun, hırsızlığın, çıkar ilişkilerinin bulaşmadığı alan neredeyse kalmadı. Etrafını kayırmayan iş insanı, yakınına koltuk ayarlamayan siyasetçi, rakamlarla oynamayı reddeden muhasebeci artık bu düzenin "uyumsuzu" sayılıyor. İhaleyi hakkıyla alan değil, doğru yere "selam gönderen" kazanıyor. Üretmek değil, "ayarlamak" değerli. alışkanlık değil, bağlantı önemli. Artık dürüst olmak erdem değil, saflık sayılıyor. Bu ülkede dürüst kalmak, neredeyse hayatta kalma içgüdüsüne ters düşüyor. Sistemin kirine bulaşmayan, hızına yetişemeyen "aptal" damgası yiyor. Hakkını arayan değil, açık arayıp o açıktan sızan itibar görüyor bu düzende.

Kamunun kaynaklarını kötü yöneten, işi ehline vermeyen, liyakat yerine sadakati koyan insanlar toplumun gözünde hâlâ "başarılı" olabiliyor. ünkü bizde ahlak, gücün yanında şekil değiştiriyor.

Yöneten de, yönetilen de aynı aynaya bakıyor aslında; yalnızca çerçeveleri farklı. ünkü ikisi de aynı değerler içinde büyüdü, aynı kalıplarla yoğruldu. Bugün yasalar bile bu zihniyetin ürünü. Adaletin terazisini tutan eller, çoğu zaman o teraziyi eğip bükmeyi meşru gören bir toplumun içinden çıkıyor. Bu yüzden sorun yalnızca yönetende değil; o yöneticiyi alkışlayan, o düzeni "normal" sayan bizde de.

***

Ahlakın küresel ölçekteki çöküşüne bakıyoruz sonra. Ortadaki manzara da içler acısı.

Trump, İsrail Parlamentosu'nda alkışlar eşliğinde yaptığı konuşmada Benjamin Netanyahu'ya "Bana şu silahı, bu silahı sağla dedin, yaptım," diyebiliyor. Yani Gazze'de on binlerce insanın, bebeğin katline neden olan bombaların tedarikini, bir başarı öyküsü gibi anlatıyor... Bu sözlerin arasında ne bir vicdan sızısı ne bir parça empati kırıntısı ne de en küçük bir pişmanlık var. 21. yüzyılın açık ara en acımasız katliamının, soykırımının mimarı Netanyahu ise bu sözleri bir övgü, bir zafer payesi gibi dinliyor. İkisinin de yüzünde aynı ifade var: Gücü tanrılaştırmış, acıyı istatistiğe çevirmiş insanların donuk gülümsemesi. Bu, yalnızca politik bir ittifak değil, hastalıklı bir ruh ortaklığı. Biri kendi halkının alkışına, diğeri kendi ordusunun ateşine sarhoş. İkisinde de vicdan yerine üstünlük duygusu, empati yerine mutlak iktidar arzusu çalışıyor. En tehlikelisi, bu zihinlerin dünyanın "süpergücünü" yönetiyor, dünyanın ağası gibi davranıyor olması.

Tam da ruhtaki bu karanlık işte, bütün bir dünyanın pusulasını şaşırtan.

Trump'ın bu desteği, sadece İsrail'e değil, ahlaksızlığın evrenselleşmesine verilmiş bir onaydır. Silah, artık yalnızca bir savunma aracı değil; uluslararası ticaretin en kârlı kalemidir. Atılan her bomba, bir ülkenin borsasında artı haneye yazılıyor...

Sonra bir de kalkıp kendisini "barış elçisi" gibi göstermesi, Nobel istemesi, distopik, sarkastik ve ironik bir ahlaksızlık düzeninin resmi değildir de nedir!

Aynı Trump, ülkesinde kendisini "No Kings" (Krallara Hayır) sloganı eşliğinde protesto eden binlerce insana, yapay zekâyla üretilmiş bir videoda, kral tacı başında, savaş uçağından dışkı yağdırıyor. Manzaraya bakın; kendi halkına bu boyutta bir hakareti reva görebiliyor. Ardından da orduyu protestoculara karşı kullanmakla tehdit ediyor.

Kendine "özgür dünyanın lideri" diyen bir ülkenin, en yüksek makamında bu kadar kirli bir zihin varsa, o özgürlüğün de, o dünyanın da içi çoktan boşalmıştır. Bu akıldan, bu ruhtan insanlık adına hiçbir hayır çıkmaz. Bir gün gelir, o dışkının içinde boğulur bu emperyal ve empatiden yoksun güçler. ünkü tarih, kibirle kirlenenlerin sonunu hep aynı şekilde yazar: önce alkış, sonra çöküş.

Bugün Trump, Netanyahu, hatta onlara sessiz kalan bütün küresel aktörler aynı şeyi temsil ediyor: Dünyayı yönetiyorlar; ama yönettikleri şey insanlık değil, hırslarının enkazı.

Kendi menfaati için, ne zaman ne yapacağı belli olmayan soykırım destekleyicileriyle güle oynaya aynı masada oturmanın faturası yalnızca bugünün çıkar sahiplerine kesilmeyecek; en yüklü faturayı gelecek nesiller ödeyecek... Kendi halkını aşağılayan, tehditler savuran bir adama güvenip onunla kol kola girmek, aslında ülkenin güvenliğini ve itibarını rehin vermek değil midir

***

Tüm bu global ahlaksızlıklar kumpanyası içinde kendi evimize dönersek...

"Temiz eller" söylemi önce doğru soruyu sormalı: Ne temizleniyor, kim temizliyor ve hangi kurallar temel alınarak

eşitli şahısların, şirket gruplarının, ailelerin üzerine gidiliyor. Kamuoyunda bunun "temizlik operasyonu" mu yoksa "mülkiyeti yeniden dizayn" mı olduğu sorusu haklı olarak tartışılıyor. İktidar önce besliyor, ihale ve kamu imkânlarıyla büyütüyor; günü gelince de üzerine gitmeye başlıyor. Arınmaya değil, güç devrine giden kaldırım taşlarını kendi elleriyle döşüyor...

Muhalefet belediyelerine yönelik operasyonlar, sanatçılara açılan davalar zaten uzunca bir süredir gündemin parçası. Şimdi buna bir de Merkez Bankası'yla ilgili yolsuzluk iddiaları eklendi.

Eğer altın rafinerisinden ülkenin en kritik finans kurumuna kadar usulsüzlükler konuşuluyorsa, ortada birkaç kişinin suçu değil, bir sistem arızası vardır. Et kokarsa tuz var derler; peki tuz kokarsa onu neyle koruyacağız

Temiz eller söylemi yükselirken, uygulamadaki "seçicilik", hareketin tüm inandırıcılığını ortadan kaldırıyor. Hedefte hep dış halkalar, hep "benden olmayan"lar var, içeridekilerin elleri ne kadar temiz diye bakan yok, bakmaya kalkanın da zaten eli hemen sopalanıyor. Merkeze, asıl kirin üretildiği yere bakılmıyor.

Gerçek bir temizlik başlatılmak isteniyorsa, ki başlamak zorundadır, önce iç halkalardan başlanır. En yakından. Yargı sopasını, rekabet kurumlarını, denetim mekanizmalarını kendi çıkarına göre kullananlara dokunmadan yapılan hiçbir operasyon inandırıcı olamaz. eyrek asırdır kurumların içi bu şekilde boşaltıldı. Hukukun guguka döndüğü bir düzende "temizlik" girişimi inandırıcılığını kaçınılmaz olarak yitirir, bir masal olmaktan öteye geçemez.

Bir ailenin, bir partinin, bir şirketin yanında, asıl ahlaki katmanları, kurumsal bağları ve sistemin işleyiş mantığını sorgulamak gerekir. Eşini-dostunu kayırmaktan geri durabilmek, hukuki süreçlerin bağımsızlığını güvence altına alabilmek, liyakatı ve hizmeti öncelik haline getirebilmek... İşte gerçek temizlik budur.

***

Adalet, hedef seçerek işlemez, herkese eşit uygulandığında anlam kazanır.

Muhalefet de bu sorumluluktan muaf değildir elbette. Ahlak, yalnızca iktidardan talep edilen değil, bizzat savunulması gereken bir değerdir. Eğer kendi içinde sorgulama cesareti gösterilmiyorsa, "biz farklıyız" demenin de bir anlamı kalmaz. Gerçek muhalefet, yalnızca eleştiren değil, kendi içindeki hatayla da yüzleşebilendir. İddialar ortaya atıldığında refleks, savunmaya geçmek değil, yargının önünü açmak olmalıdır. ünkü adalet, kimden geldiğine göre değişmemeli; doğruysan zaten eğrinin cezasını zaman verir. Elbette bu sorgulama, yalnızca yolsuzluk iddialarıyla da sınırlı kalmamalı. Parti içi demokrasi de aynı aynanın parçasıdır. Örneğin eğer kongrelerde tek ses, tek aday, tek rota varsa; orada siyasetin ahlakından değil, sağ siyasetin yıllarca beslediği biat kültüründen devralınan, örnek alınan reflekslerin yeniden üretiminden söz edilebilir. Gerçek demokrasi ve siyasal ahlak, farklı seslerin susturulmadığı, eleştirinin tehdit değil erdem sayıldığı yerde filizlenir.

Fransa'da cumhurbaşkanlığı yapmış bir lider, Sarkozy, yolsuzluk suçundan cezaevine girdi. Üstelik bu, sembolik bir ceza değil; beş yıl hapis, 9 metrekarelik bir hücreye fiilen giriş... Dokunulmazlığın bittiği bir yüzleşme. Mevcut cumhurbaşkanı Macron, onu geçtiğimiz hafta Elysee Sarayı'nda ağırlamış. Ama bu buluşma, ne yargının işleyişini, ne mahkemenin kararını, ne de adaletin seyrini değiştiriyor. Dostluklar, çıkarlar, iktidarlar, partiler hukukun önüne geçemiyor. Hukuk, hepsinin üstünde kalıyor.