Herkese bir pay verip "kazanımlarımız yok olmasın" diye oy devşirttiler!

Menfaatle sessizlik satın aldılar, sessizlikten iktidar devşirdiler.
Kimi koltukla, kimi ihaleyle, kimini "yakınlarının geleceği tehlikeye girer" korkusuyla susturdular.
Ve bu korku, bu çıkar zinciri, bu sessizlik düzeni yıllar içinde bir ülkenin kaderine dönüştü.

Geçtiğimiz günlerde eski AKP İzmir Milletvekili Hüseyin Kocabıyık, bazı sosyal medya paylaşımları nedeniyle "Cumhurbaşkanına hakaret" suçlamasıyla tutuklandı.
Oysa Kocabıyık, kısa bir süre önce yaptığı bir röportajda bu düzeni tarif eden çarpıcı sözler söylemişti:
"AK Parti herkese bir şey dağıtıyor. Bana da verdiler. Eşimi vali yapmışlardı. O zaman iki bakan arkadaş beni arayıp 'Seni nasıl ayağından çiviledik' diye espri yapmıştı. Bir takım şeylere itiraz ettiğim için de geri aldılar. Sistem bu. O nedenle susuyorlar."

Bu sözler, yıllardır dost meclislerinde dile getirdiğim bir gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koydu.
Ben uzun zamandır "Türkiye'de siyasiler, bürokratlar, tarikatlar ve hatta bazı sivil toplum kuruluşları baskı ve menfaat zincirleriyle susturuluyor" diyordum.
Ama çoğu zaman bana "abartıyorsun" diyorlardı.
Ta ki bu büyük itiraf ortaya çıkana kadar…

Ne acıdır ki, bu gerçeği dillendirenler birer birer susturuluyor, cezalandırılıyor.
Sistemi ayakta tutan suskunluk zinciri, itiraz eden herkesi dışarı atıyor.
İtiraf edenler tutuklanıyor, sessiz kalanlar ödüllendiriliyor.
Bu tablo, adaletin değil itaatin, liyakatin değil sadakatin değer gördüğü bir dönemi anlatıyor.

Birini susturmak için makam vermek, birini hizaya sokmak için eşini görevden almak…
Bu yapılanlar ne adalete, ne de inancımıza uygundur.
Bir bireyin işlediği suçtan dolayı eşinin, dostunun, akrabasının ekmeğiyle oynamak zulümdür; hem insanlık onuruna hem de inancımızın adalet ölçüsüne aykırıdır.
Bu zihniyet, sadakati değil liyakati, itaati değil adaleti esas almalıdır.

Senelerdir bu ülkede milletvekillerinden bakanlara, cemaat liderlerinden tarikat şeyhlerine kadar birçok kişi bu çarkın bir parçası haline getirildi.
Böylece herkes bir şey kaybetmemek için sessiz kaldı.
Ama kimse farkında değil: bu sessizlik, aslında hepimizin ortak kaybı oldu.

Bugün Türkiye'nin en büyük sorunu yoksulluk ya da adaletsizlik değil; sessizliğin normalleşmesi.
Bir dönem "hakkı üstün tutmak" diyenler bile artık çıkarlarını korumak uğruna gözlerini kapatıyor, kulaklarını tıkıyor.
Zulüm, yanlış ve liyakatsizlik kanıksanıyor.
Kimse gerçeği söylemeye cesaret edemiyor çünkü herkesin bir bağı, bir korkusu, bir çıkar hesabı var.

Geçen yıl bunun canlı bir örneğini bizzat yaşadım.

Sinoplu dostum Şirvan Ünal ile, Türkeli–Ayancık–Sinop karayolunun tehlikesine dikkat çekmek amacıyla bir farkındalık yürüyüşüne çıktık; o uzun yolu adım adım birlikte yürüdük.

Yürüdüğümüz güzergâh öyle sıradan bir yol değildi:
Türkeli–Ayancık–Sinop karayolu!
Yaklaşık 90 kilometrelik bu yol, halk arasında boşuna "ölüm yolu" diye anılmıyor.
Tam 256 virajlı, dar, bakımsız ve kazalara davetiye çıkaran bir güzergâh.
Her virajında bir hikâye, her çukurunda bir ihmâl var.
Biz o yolu sadece asfalt üzerinde değil, bu ülkenin gerçeği üzerinde yürüdük.

Ama o uzun yolda kimse yanımızda değildi.
Ne bir siyasi parti temsilcisi, ne bir belediye yetkilisi, ne bir sivil toplum kuruluşu, ne de o çok konuşan tarikat çevreleri…
Hepsi haklı olduğumuzu söyledi ama "sizinle görünemeyiz" dediler.
Neden mi
Çünkü "kazandıklarımızı kaybetmek istemiyoruz" diyorlardı.

İşte bu cümle, bir dönemin değil, bir zihniyetin özeti:
Vicdanını kaybetmemek için menfaatini kaybetmeyi göze alamayan bir toplum haline geldik.
Bu ülkede haklı olmak yetmiyor; güçlülerin gölgesinde sessiz kalmak makbul hale geldi.

Ama yine de bir fark vardı. Saadet Partisi Sinop İl Başkanlığı bizi il girişinde karşıladı, destek verdi, sözüne durdu.
Hatta İstanbul Milletvekili Birol Aydın gelip yerinde inceleme yaptı.