Almanya'da yayımlanan Münchner Merkur gazetesinin 7 Ekim 2025 tarihli sayısında, dron olaylarına dair görüşlerimi kaleme aldım. Avrupa semalarındaki bu gelişmeler sadece teknik değil, siyasi anlamlar da taşıyor. Şimdi, o yazıda dile getirdiğim tespitleri biraz daha geliştirerek siz değerli Milli Gazete okuyucularına aktarmak istiyorum.
Son aylarda Avrupa semalarında sıkça görülen dron vakaları, sadece hava trafiğini değil, güvenlik tartışmalarını da altüst etti. Özellikle Münih Havalimanı üzerinde tespit edilen ve kısa süre içinde kaybolan dronlar, kamuoyunda yeni soruların doğmasına neden oldu: "Bu dronlar gerçekten kimin elinde ve ne amaçla uçuruluyor"
Almanya Hava Trafik Kontrol Kurumu (DFS) hava trafiğini en ileri teknolojik sistemlerle yönetiyor. Radarlar, sensörler ve izleme ağlarıyla gökyüzü sürekli denetleniyor. Ancak dikkat çeken nokta şu: Almanya'nın hava savunması tamamen NATO'nun kontrolünde. Yani bir tehdit belirdiğinde son kararı Almanya değil, NATO veriyor. Eğer NATO başarısız olursa, Almanya da savunmasız kalıyor.
Bu durum artık sadece teknik bir eksiklik değil, aynı zamanda stratejik bir bağımlılık göstergesidir. Finlandiya ve Baltık ülkeleri bu riski erken fark ederek savunma sistemlerini güçlendirdi. Almanya ise hâlâ karar aşamasında. Oysa bir ülkenin güvenliği, başka ülkelerin inisiyatifine bırakılamaz. Savunma, egemenliğin temelidir. Bu nedenle Almanya'nın, NATO'dan bağımsız hareket edebilecek güçlü ve kendi iradesine dayalı bir orduya sahip olması gerekir.
Ancak dron olayları sadece savunma meselesi değildir. Bu vakalar, aynı zamanda politik mesajlar taşımaktadır. Çünkü neredeyse her dron olayı, hiçbir somut kanıt olmadan hemen Rusya'ya bağlanıyor. Avrupa medyası bu bağlantıyı âdeta refleks haline getirmiş durumda. Oysa Rusya'nın şu anda Ukrayna'daki savaşın yükü altında olduğu göz önüne alındığında, bu tür "dron oyunlarıyla" uğraşacak durumda olmadığı açıktır.
Buna rağmen, özellikle Donald Trump gibi bazı siyasetçilerin "Rusya tehdidi" söylemini sürekli gündemde tutması dikkat çekicidir. Bu söylem, giderek bir stratejik propaganda aracına dönüşmüştür. Toplumda korku yaratılıyor, ardından milyarlarca euroluk yeni savunma projeleri devreye sokuluyor. Her "güvenlik alarmı" sonrası aynı tablo yaşanıyor: Tehdit göster, korkuyu büyüt, ardından silah sat.