Tarihin yüklediği misyon

Tarihin yüklediği misyon
REFİK TUZCUOĞLU

Ömrünü Rumeli'de kaybolan bir medeniyetin ruhunu anlatmaya adamış rahmetli mütefekkir yazar Münevver Ayaşlı'nın, bugünkü Balkanlar'ı anlamak için sarsıcı bir tezi vardı. Ayaşlı'ya göre Rumeli, Türk karakterinin ve devlet aklının en rafine hale geldiği asli anavatanıydı. Zira ona göre, "Orta Asya'dan gelen Türk karakteri ve ruhu, Anadolu'da yoğrulmuş, ancak en rafine, en kâmil ve en medeni formuna Rumeli'de ulaşmıştır." Bu yüzden Rumeli'nin kaybını, büyük bir hüzün ve özlemle anardı.

O, bu meşhur teziyle yeni kuşaklara bir sorumluluk yüklemek istiyordu. Aziz millet, ne zaman Anadolu tökezlese Rumeli'nin iradesiyle, ne zaman Rumeli yorgun düşse Anadolu'nun ruhuyla ayağa kalkmasını bilmişti. Bunun en çarpıcı örneği, 1402'deki Timur gailesiydi. O büyük felaketle Anadolu'da devlet adeta yok olurken, Osmanlı'yı Fetret Devri'nden çıkarıp bir cihan devleti olarak yeniden ayağa kaldıran irade, başkenti Edirne olan Rumeli'deki sağlam temellerden beslenmişti. Tıpkı asırlar sonra çöken bir imparatorluğun enkazından Anadolu'nun milli mücadeledeki fedakârlığının istiklali yeniden garanti altına alması gibi...

İşte bugün Balkanlar'da kaynayan kazana sırtımızı dönemeyişimizin sebebi budur. Batılı başkentler için bir satranç tahtası, Moskova için Slavlık üzerinden bir nüfuz alanı olan Balkanlar, Ankara için bir dış politika meselesi olmanın ötesinde anlam taşır. Algılarımız bizi yanıltmasın; Balkan coğrafyası, İstanbul'dan çok daha önce fethedilmiştir. Balkan fetihleri 1361 senesinde başlar. Balkan Fatihi olarak bilinen Sultan Murad Hüdavendigâr'ın bir kabri de Kosova'nın Priştine yakınlarındadır. O sebeple Balkanlar, bizim için ata yadigârıdır. Ecdadın mührünü vurduğu camilerde ezanlarımız yankılanır. Köprülerinin altından bizim tarihimiz akar. Saraybosna'sıyla, Prizren'iyle, Üsküp'üyle bizim "gönül coğrafyamızdır". Bu yüzden oradaki her kıpırtı, doğrudan kalbimizde hissedilir.

Batı'nın İkiyüzlülüğü ile Rusya'nın Gölgesi Arasında

Bugün de kazanın altındaki ateşi körükleyen aktörler değişmedi. Bir yanda Avrupa Birliği'nden Kosova'nın bağımsızlığını tanımayan Yunanistan, Romanya, Slovakya gibi ülkeler sebebiyle tek sesli ve kararlı bir politika çıkmıyor. AB'nin çabaları, yüzeysel bir sükûnet sağlama çabasından öteye geçemiyor. ABD ise bölgedeki her krizi, NATO üzerinden Avrupa'nın güvenliği için ne kadar vazgeçilmez olduğunu hatırlatacak bir fırsat olarak görüyor ve oyun kurucu rolünü pekiştirmeye çalışıyor.

Diğer yanda ise tarihi Slav ve Ortodoks bağlarını kullanarak Sırbistan üzerinden bölgedeki her fay hattını kaşıyan, istikrarsızlıktan beslenen Rusya faktörü var. Moskova'nın amacı, bölgede barışı sağlamak değil; Sırbistan'ı AB yörüngesinden uzak tutmak ve Rus yayılmacılığında Slav milliyetçiliğini bir manivela olarak kullanmak. Bu istikrarsızlaştırma çabası sadece Kosova ile de sınırlı değil. Benzer bir senaryo, Milorad Dodik'in ayrılıkçı hamleleriyle Bosna-Hersek'te de sahneleniyor ve bölgedeki barış, pamuk ipliğine bağlı kalmaya devam ediyor.

Türkiye'nin Balkanlar Üzerindeki Etkisi

İşte bu tarihi süreç, Türkiye'ye vazgeçilmez bir rol biçmektedir. Batı'nın hafızasız, Rusya'nın art niyetli yaklaşımlarının aksine, Türkiye bölgeye bir "vicdan" ve "adalet" pusulasıyla yaklaşır. Çünkü Türkiye, bu coğrafyanın yabancısı değildir; beş asırlık ortak tarihin getirdiği derin bir hafızanın taşıyıcısıdır. Bu ortak geçmiş, bize bölgedeki tüm halklarla konuşabilme imkânı verir, ama diğer taraftan Srebrenitsa katliamının acısını da unutturmaz.