Musluklar akmazken medeniyet konuşmak
REFİK TUZCUOĞLU
Muğla'nın cennet misali tatil beldelerinde musluklar akmazken…
Uşak'ta vatandaşlar tankerlerden evlerine su taşırken…
İzmir'de lağım suları arıtılmadan Körfez'e dökülerek bir çevre katliamına sebep olurken…
Marmara'da, başta İstanbul olmak üzere pek çok şehrin arıtmasız kanalizasyon atıkları müsilaj gibi çevre felaketlerine yol açarken… Belediyeler hizmetleriyle değil, nahoş spekülasyonlarla gündem olurken… Yetmedi bir de insan ve şehrin geleceğine yatırım yapmak yerine, reklam ve sosyal medya operasyonlarıyla halkın gözünü boyamayı tercih ederken…
Şimdi sormak gerekiyor: Böyle bir yerel yönetim anlayışıyla biz, hangi 'medeniyet inşasını' hangi 'kimlikli şehirleri' konuşabiliriz
İbn Haldun, "Coğrafya kaderdir" derken, söze yüklemek istediği anlamlardan biri Yaradan'ın arz üzerinde kurduğu çeşitliliğe dayalı düzenin insan ve şehir üzerindeki etkisini kast etmişti. İnsan, coğrafyanın şartlarına sınırlı ölçüde müdahale edebilen tek varlık. Yaradan'ın ona yüklediği misyon ise, insan ve coğrafyanın fıtratıyla uyumlu bir tekamülü başarması. "Yeryüzünü mamur etmek" denilen hakikat budur. İnsan ve çevrenin kaideleriyle savaşan değil, insan ve çevre ile uyumlu yaşayan…
Bizler, son bir asırda beton kulelerle gökyüzüne uzanırken, insanı yedi kat dibe gömerek yalnızlaştıran bir kader yazmaya soyunduk. Ancak 'kaderin üstünde bir kader vardır' idraki, şimdi şehirlerim "öze dönüş" çağrısı yapıyor. Siyasetin diline "yatay mimari", "mahalle kültürü" gibi yerleşen bu kavramlar, basit birer imar terimi değil; medeniyetimizin "insan merkezli" hayat felsefesine geri dönme arzusu.
Bu arayış, aslında hepimizin, şehrin siluetine her baktığımızda içten içe sorduğumuz o sorudan doğuyor: "Ufka doğru uzanan beton ormanında neyi kaybettik"
Birbirine yabancılaşmış hayatların sığındığı, hissiz duvarların ardındaki devasa bloklar bize gerçekten bir "yuva" sıcaklığı mı sunuyor, yoksa sadece bir "barınma" imkânı mı sağlıyor İşte bu temel sorgulama, bireysel bir hayıflanma olmaktan çıkıp bir devlet politikasına dönüşüyor. Bir asırlık şehircilik garabetimizin getirdiği sonuç, bizi medeniyetimizin kurucu kodlarını yeniden düşünmeye davet ediyor.
Peki, bizi bu beton yığınlarının ruhsuzluğuna mahkûm eden şey neydi Bu topraklara ait olmadığını bildiğimiz mimari, hayatımıza nasıl bu kadar sızabildi
Cevap, Batı'da ortaya çıkan ve "fonksiyonellik" adına ruhu ve estetiği hiçe sayan bir akımda gizli. Fransız mimar Le Corbusier'in "Konut bir yaşama makinesidir" sözüyle formülleştirdiği anlayış, 20. yüzyılı derinden etkiledi. Bizde de köyden kente göçün hızlandığı yıllarda, 'hızlı ve çok sayıda konut üretme' baskısıyla birleşince ortaya kimliksiz bir yapılaşma çıktı.
Müteahhit odaklı büyüme modeli bu süreci körükledi. Mahalle meydanlarının yerini ruhsuz iş hanları ve tek tip banka şubeleri, cumbalı evlerin sıcaklığının yerini ise tepemize heyûla gibi dikilen cam kuleler aldı. İnsanı merkezine alması gereken mimari, insanları üst üste istiflemeyi merkeze aldı.
Böylece, bizim medeniyetimizin bakışıyla ruhun ve bedenin olgunlaşma mekânı olan evlerimiz, birer barınağa dönüştü. Sonuç, sadece estetik bir kayıp değil, aynı zamanda derin bir toplumsal çözülme. Bu akıma neden kapıldığımızın cevabı ise acıdır: Batı'dan ne gelse başımıza taç etme kolaycılığı ve kendi şehircilik içtihadımızı geliştirme özgüvenini kaybetmemiz.