Kıbrıs'ta sandığın mesajı ne
REFİK TUZCUOĞLU
Pazar gecesi Kıbrıs'tan gelen seçim sonuçları dikkat çekti. Aslında sahayı okumayı bilenler açısından sonuç bir kaç ay öncesinden belliydi. Yine de bu sonuç, bir şok dalgası oluşturdu. Kimi araştırma merkezlerinin yayınladığı anketlerin ise seçmen eğilimlerini doğru tespit edemediği anlaşıldı.
Bu sonucun hemen ardından Atina'dan yükselen sevinç çığlıklarını, Rum liderlerin zafer kutlamalarını ve Türkiye içindeki bazı çevrelerin "Darısı başımıza!" sloganlarını ibretlik bir vaka olarak kaydetmek gerekir. Yunan Dışişleri Bakanı'nın, "Adanın yeniden birleşmesi için umut dolu yeni bir sayfa" açıldığını ilan etmesiyle Batı'nın ve Rum tarafının bu sonucu nasıl okumak istediği de netleşmiş oldu.
Ancak bu ilk şok dalgasını atlattıktan sonra, soğukkanlı bir analiz yapmak ve paniğe kapılmadan dersler çıkarmak gerekiyor. Zira sandıktan çıkan sonuç, Kıbrıs davasının bittiği anlamına gelmiyor. Bilakis, mücadelenin yeni ve çok daha akılcı stratejiler gerektiren bir evreye girdiğini gösteriyor.
Sonuç Bir Referandum Değildir!
Öncelikle, Batı medyasının ve Rum propagandasının hemen sarıldığı o büyük yalanı deşifre etmek gerekir: Bu seçim, "iki devletli çözüm" politikasının oylandığı bir referandum değildi. Dün KKTC Eski Cumhuriyet Meclisi Başkanı Zorlu Töre Bey ile hasbıhal etme imkânım oldu. Sayın Töre, yapılan tüm anketler ve saha araştırmalarında, "Kıbrıs Türk halkının %89 oranında Türkiye'nin garantörlüğünden asla vazgeçmediğini ve %65 gibi net bir çoğunlukla iki devletli çözümü desteklediğini" söylüyor.
Peki, madem halkın iradesi bu yönde, bu iradenin en güçlü savunucusu olan aday neden sandıkta sadece %35 civarında bir destek bulabildi
Belli ki halk, davadan değil, davayı temsil eden aktörlerden ve davayı temsil biçiminden rahatsız. Yani mevcut yönetimden memnuniyetsizliğini sandığa yansıttı. Sahadan yansıyan bilgiler, milliyetçi-muhafazakar seçmenlerin sandığa gitmediği yönünde. Hatta sadece muhalifler değil, 1974'ten sonra adaya yerleşen ve milli davanın temelini oluşturan vatandaşların bir kısmı bile sandığa gitmeyerek veya farklı bir tercihte bulunarak bu memnuniyetsizliği ortaya koydu.
İşte tam bu noktada, yapılan en büyük stratejik hatayı görmek gerekiyor. Sayın Ersin Tatar, seçimi ancak "iki devletli çözüm" stratejisi üzerinden kutuplaştırarak kazanacağını düşündü ve tüm kampanyasını bu eksene oturttu. Kendi siyasi geleceğini, milli bir dava ile özdeşleştirdi. Sonuçta kendisi kaybedince, Batı'ya ve Rum tarafına, sanki dava kaybetmiş gibi bir algı operasyonu yapma fırsatını altın tepside sundu. Bu sonuç, şimdi "Kıbrıs Türkleri iki devletli çözümü reddetti" şeklinde bir koz olarak kullanılmaya çalışılacaktır. Elbette Türkiye'nin buna pabuç bırakmayacağı aşikârdır, ancak bu gereksiz zorlukla mücadele etmek zorunda kalınacağı da bir gerçektir.
Türkiye, Kıbrıs için çok büyük fedakarlıklar yapıyor ve yapmaya devam edecek. Ancak meseleye genellikle Türkiye'den bakılıyor ve bu şekilde değerlendiriliyor. Oysa Kıbrıs'a içeriden bir gözle bakmak gerekiyor. Nitekim siyaseti dizayn etme yaklaşımının eksik kaldığını bu seçim sonucu göstermiştir. Kıbrıs'ın kendine özgü sosyolojisini daha derinden anlamak gerekiyor.
Merhum Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın yıllar önceki feryadını hatırlamakta fayda var: "Türkiye, İngiltere'ye okumak için götürülen gençlerimize engel olmalı. İngilizler yüksek burs vererek gençlerimizi İngiltere'ye götürüyor. Gençlerimiz orada milli kültürümüzden kopmuş olarak Kıbrıs'a dönüyor."
O gün İngiltere'nin yaptığı "yumuşak güç" operasyonunu, bugün Norveç gibi ülkeler sürdürüyor. AB fonları ve sivil toplum projeleri üzerinden gençlere yönelik yürütülen bu "hibe" projelerinin nihai hedefi, Türkiye'den uzaklaşmış, milli davaya yabancılaşmış ve günün sonunda Rum yönetimi altında birleşmeye ikna olacak bir nesil vücuda getirmek. Bu "kültür emperyalizmini"