Zihnimizin sessiz alarmı, ruhumuzun görünmez yükü

Hepimizin içinde görünmez bir dedektör var. Adı "kaygı". Tehlikeyi hissettiğinde alarmı çalıyor. Bu alarm bazen hayat kurtarıyor, bazen de yaşam alanımızı daraltan bir gürültüye dönüşüyor.

Kaygı, psikolojide "gelecekte olabilecek olumsuz bir olaya karşı duyulan huzursuzluk" olarak tanımlanır ve aslında son derece doğal bir duygu olarak kabul edilir. Evrimsel kökeni milyonlarca yıl öncesine dayanır. Atalarımızın, gece ormanda hışırtı duyduğunda kaslarının gerilmesi, kalbin hızlanması, nefesinin sıklaşması hayatta kalma şansını artırıyordu. Yani insan beyni, milyonlarca yıl önce ormanda yırtıcı hayvanlardan kaçmak için nasıl tetikteyse, bugün de trafikte karşıdan karşıya geçerken ya da önemli bir toplantıya girerken benzer bir uyarı mekanizması devreye girer. Sorun, bu alarmın "gereksiz yere" çalmaya başlamasıdır.

Modern yaşam, beynimizi sürekli tetikte kalmaya zorlayan minik tehditlerle dolu. Bitmeyen bildirimler, yetişmeyen işler, haber akışındaki felaket senaryoları… Bu küçük ama sürekli uyarılar, bedenimizi sanki her an bir kaplanla karşılaşacakmışız gibi stres hormonlarıyla doldurur. Sonuç Uykusuz geceler, çarpıntı, nefes darlığı ve odaklanma güçlüğü.

Bugün tehlike, çoğu zaman fiziksel değil; e-posta kutusundaki kırmızı uyarılar, geciken ödemeler, sosyal ilişkilerdeki belirsizlikler… Beynimiz, bunları da aynı "hayatta kal" sinyaliyle algılıyor.

Araştırmalar, 21. yüzyılda kaygı bozukluklarının önceki kuşaklara göre daha yaygın olduğunu gösteriyor.

Neden mi Sürekli uyarı hali (telefon bildirimleri, haber akışı), toplumsal belirsizlik (ekonomik dalgalanmalar, iklim krizi), bireysel baskılar (mükemmeliyetçilik, sosyal medya karşılaştırmaları).

Zihin, "her an kötü bir şey olabilir" kodunu sürekli çalıştırdığında, beden de hiç dinlenemiyor. Bu, hem ruhsal hem de fiziksel yorgunluğu beraberinde getiriyor.

Madalyonun iki yüzü gibi, kaygının da iki yüzü var. Düşman ve Öğretmen. Kaygı, tamamen yok edilmesi gereken bir duygu değil. Çünkü makul seviyedeki kaygı, hedefe ulaşma isteğini, dikkat ve planlama becerisini artırır. Ama sürekli yüksek seviyedeyse, tıpkı fazla çalan bir yangın alarmı gibi, gerçek tehlikeyi ayırt etmemizi zorlaştırır.

Kaygının oluşmasının hem biyolojik hem psikolojik hem de çevresel temelleri var.

Biyolojik nedenler; beyin yapısı ve işleyişi, Serotonin, GABA ve norepinefrin gibi beyin kimyasallarının düzensizliği kaygı eğilimini artırabilir, genetik yatkınlık yani kaygı bozuklukları ailede varsa, yatkınlık oranı yükselebilir.

Psikolojik nedenler; çocukluk deneyimleri (Aşırı korumacı, eleştirel ya da tutarsız ebeveyn tutumları, ileriki yaşlarda tehdit algısını hassaslaştırabilir), travmalar (Kaza, hastalık, kayıp, istismar gibi).

Çevresel ve Sosyal Nedenler; günümüz yaşam temposu (Sürekli bildirimler, hızlı değişen gündem, belirsizlik duygusu), ekonomik ve toplumsal baskılar (İşsizlik, ekonomik kriz, güvenlik endişeleri). Sosyal karşılaştırma (Sosyal medyanın yarattığı mükemmel hayat illüzyonu, yetersizlik hissini besler.)

Bedensel sağlıkla ilgili faktörler; tiroid bozuklukları, vitamin-mineral eksiklikleri (özellikle B12, D vitamini, magnezyum), kronik ağrılar kaygı belirtilerini artırabilir. Kafein ve uyarıcı madde kullanımı, kalp çarpıntısını artırarak kaygı atağına benzer hisler yaratabilir.

Kaygının dönüştürücü gücünden de bahsetmek gerek. Kaygı, sandığımız gibi sadece zayıflığın işareti değil; bazen içsel pusulamız, bazen de değişim çağrımızdır. Onu yok etmeye değil, anlamaya çalıştığımızda; bize korkunun değil, farkındalığın yolunu açar. Psikolojide bilinir ki, kaygı ile baş etmenin en etkili yolu "farkındalık"tır. Kendimize şu soruları sormak iyi bir başlangıç olabilir: Şu anda yaşadığım durum gerçekten tehlikeli mi, yoksa beynim geçmiş bir deneyimi bugüne mi taşıyor

Kaygıyla başa çıkmak, onu tamamen yok etmekten çok, seviyesini düzenlemek ve bize zarar vermeyecek hale getirmek ile ilgilidir.