İbrahim Anlaşmalarının 5. Yıldönümünde Netanyahu, beş yıl öncekinden çok farklı bir uluslararası atmosfer ile karşı karşıya kaldı. Bu atmosferi yorumlayan dış basın "diplomatik tsunami" ifadesini kullanmış. İsrail siyasetinde muhalif zeminin uzunun süredir zikrettiği İsrail'i bekleyen tehlikeyi anlatıyorlar bu ifade ile: İsrail'in yalnızlaşması. Bu seneki BM Genel Kurul'u İsrail'in yalnızlaşmasının görünürlük kazandığı en ciddi platform oldu. BM Genel Kurul'unun küresel yönetişimde uluslararası toplumu ve BM'nin kurucu ruhunu temsil etmek gibi bir işlevi var. Tüm devletler hem kendi hem dünya kamuoylarına sesleniyorlar. Ayrıca tüm devletlerin uluslararası toplumda nasıl algılandığı, nasıl görüldüğü kendi kamuoylarının gözlerinin önünde belirginlik kazanıyor. Bu noktada Netanyahu yönetimi üçlü bir kıskaç altında kaldı.
İSRAİL YALNIZLAŞTI VE NETANYAHU REJİMİ SIKIŞTI
Netanyahu rejiminin saldırganlığı ABD tarafından desteklense de sahnenin önünde suçu işleyen İsrail. Gazze savaşının biçimi artık BM komisyonları dahil pek çok uluslararası aktör tarafından soykırım olarak görülüyor. Açlık, susuzluk, hastalık ve yıkımın Filistinlileri yok etmek için silah haline getirildiğini kabul edenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Netanyahu rejimi, meseleyi Hamas ile mücadeleye indirgemeye çalışıyor ama Gazze savaşını ve bugün gelinen işgal halini sadece Hamas ile savaş dahilinde açıklamak çok zor. İsrail'in Filistin ve Hamas/Gazze politikası 7 Ekim'de iflas etmişti; ancak ondan sonra geliştirdiği strateji de başarılı olmadı. Savaşın iki yıldır sürüyor olması, sürdürülebilir olması ve bu arada Netanyahu'nun elindeki haritalarda tik atarak -şunu yok ettik, bunu yok ettik- diye yaptığı açıklamalar İsrail iç politikasına yönelik bir demagoji. Bu arada elbette İsrail rejiminin tehdit ya da rakip olarak gösterdiği aktörlerin zayıflatılması süregiden bir savaş içerisinde başarı olarak nitelendirilebilir ama zayıflayan aktörler yok olmadı, İsrail çok yorgun- insan kaynakları sınırlı, uluslararası toplumun vicdanında çoktan mahkûm oldu ve ABD'nin desteğine daha da muhtaç. Bu sıkışmışlıkta malum olan şey, Gazze meselesi başka bir aşamaya geçinceye kadar Hamas'ın sahada ve masada bir aktör olmaya devam ettiği gerçeği ve rehinelerin kurtarılamamış oluşu Netanyahu'nun zafer konuşmasını iç kamuoyunun gözünde de gölgeliyor olmalı. En azından Doha saldırısının bir stratejik hata olduğu görülüyor. Bu saldırı taktik amacını gerçekleştiremediği gibi bölgedeki stratejik söylemi ve eylemi Gazze için koalisyon oluşturmak, Gazze trajedisine çözüm bulmaktan İsrail'in dengelenmesine kaydırdı. Elbette bölgedeki uluslararası toplum Gazze'ye çözüm bulma sorumluluğunun hala arkasında, zaten Gazze, İsrail saldırganlığının sınırlanmasının bir aşaması olarak da görülüyor ama bu sorumluluk caydırıcılığa yönelik dengeleme eylemleri ile beraber geldi. Henüz dengeleme ve caydırma stratejileri ulusal ve ikili seviyede ama Gazze'ye çözüm arayışı bölgesel seviyede devam ettiği sürece, gerektiğinde bölgesel düzeye taşınma riskine İsrail adına sahip.
FİLİSTİN DEVLETİ İSRAİL'İN GERÇEK KORKUSU
Dolayısıyla Netanyahu ve İsrail, bugün Gazze'de kaybetmekten daha ciddi problemlerle karşı karşıya. Bu problemler arasında İsrail adına en sıkıntılı olan Filistin devletinin tanınması ve iki devletli çözüme destek verilmesi. Bu noktada BM Genel Kurulu İsrail adına çok kötü sürprizlere sahne oldu. Kurul öncesi ve sırasında İsrail'in savaşı sürdürme, istihbarat edinimi ve ticari/diplomatik kazançları açısından önem verdiği bazı Batılı ülkeler Filistin'i tanıma kararı aldılar. Böylece Filistin devleti uluslararası hukuk açısından tanıyan aktörlerin gözünde bir aktörlük kazandı, belirli haklara sahip oldu ve tanıyanlar için bir sorumluluk sahası haline geldi. Eğer gidişat durmazsa ya da Batı bölgeyi tamamen kaybetme noktasına gelirse bazı ciddi adımların nihayet atılabileceği anlamına da geliyor bu tanıma kararları. İsrail adına kendi tanımladığı ve Filistinlilerin yok sayıldığı statüko sürdürülebilir değil. Bu Gazze savaşının gidişatından çok daha önemli bir nokta. Hamas'ın yetkililerinin yapmış olduğu açıklamalardan da bir şeylerin değişmiş olduğunu anlıyoruz. "Herşeye değerdi" diyor bir Hamas yetkilisi, "hepimizin ölmesine değerdi". İsrail sağının gözünde Filistin Devletinin Gazze'den çok Batı Şeria ile ilgili olduğunu biliyoruz. Netanyahu, BM Genel Kurulu öncesi ABD ile yaptığı temasları Batı Şeria'nın işgaline onay verilmesi üzerine kurmuştu. Rubio- ki kendisine çoğu zaman nerenin vurulacağı bilgisini Trump veriyor mu o da belli değil- sanki bu konuda ABD-İsrail görüş birliği varmış gibi bir tablo çizmişti. Muhtemelen Trump, İsrail'in dizginlerini serbest bırakabileceğini de (-ki bazı maliyetlere katlansa bırakabilir de. Unutulmamalı ABD'nin İran'ı vurması kendisi açısından büyük bir maliyete henüz neden olmadı. Demek ki ABD, İran'ın en kötü senaryoyu şimdilik seçmeyeceğine emin olmuş ve İsrail üzerinden İran sınırlandırmasını başlatmış. Sözün özü, şu anda İsrail'in dizginlerini tutuyorsa, İsrail saldırganlığının yaratacağı maliyetten emin olamamasındandır) göstermek istiyor. Her halükarda bölge liderlerinin ağırlandığı masada Gazze meselesinin nasıl halledebileceği konuşulurken ve Hamas'ın olmadığı bir Gazze planlanırken, İsrail'in Gazze'den çekilmesi kadar bir daha Katar'a saldırmamasının garanti altına alınması görüşülmüş. Dahası Gazze komisyonu gibi bir yapı düşünülüyor ve bu yapının başına muhtemelen Filistin Devleti'ni tanıyan bir ülkeden siyasi bir figürün geleceği hesaplanıyor. İsrail'in istemediği bir şekilde Filistin Devleti/Gazze uluslararasılaşıyor. İsrail Gazze savaşını şu ana kadar kazansaydı, bu sonuç ile karşılaşmazdık ama kazanamadı. Şimdi Netanyahu rejimi İsrail toplumunu siyasi olarak kendi iktidarı çevresinde konsolide edebilmek için Tel Aviv'in bugünkü en büyük zayıflığını, Filistin devletinin bir gerçeklik kazandığını, görünür kılmak ve kullanmak zorunda. Her şey Filistinlilerin yararına mı bilinmez ama her şey İsrail'in lehine değil, bunu kesinlikle söylemeliyiz.
TRUMP'IN ANKARA'YA VERDİĞİ DESTEĞİN ANLAMI
Trump'ın Batı Şeria'nın işgaline izin vermeyeceği yönündeki açıklamaları Netanyahu ile görüşmesinden önce geldi. Bu konuda Trump-Netanyahu görüşmesi işin rengini değiştirir mi, bu yazı yazılırken bunu söylemek zordu. Okuyucu, bu yazıyı okurken her şey daha netleşmiş olacak. Ancak, Trump yönetiminin bölgeyi memnun etme çabasının bölgedeki aktörleri Gazze planı çevresinde toplamak ile sınırlı kalmadığını da gördük. Türkiye-ABD ilişkileri için ayrı bir öneme sahipti Trump-Erdoğan görüşmesi. Sonuçta ikili ilişkilerde işaretlerin geldiği üzere olumlu gündemin hâkim olmasına yönelik siyasi kararın Washington ve Ankara'da verildiğini gördük- ki bu çok önemli. Türkiye'nin askeri ve diplomatik gücü bizzat Trump tarafından perde önüne taşındı – yani ABD'nin bölge/Türkiye siyasetinde gözlemlediğimiz iyi polis- kötü polis oyununda bizzat Trump'ın kendisi iyi polis rolünü üstlendi ve takdir edersiniz çok iyi bir performans sergiledi; demek ki Trump ABD'si Türkiye'nin bugünün Amerikası tarafından olumlu ve çok iyi bir yerde görüldüğünü göstermek istedi. Bazı anlaşmalar imzalandı, iş birliği ve ticaret hacmi artırma vurgusu yapıldı. CAATSA'nın kaldırılması- ki F35'in önünü açacak adım- dillendirildi. Trump, Kongre'nin etkisinin önemsiz olduğunu, Biden dönemi sık gördüğümüz bu vurgunun rafa kalktığını ima etti. Suriye ve SDG meselesi Türkiye-ABD ilişkileri açısından en riskli mesele olmaya devam ediyor, olumlu hava pekişsin diye bir yandan Şara, diğer yandan Tom Barrack Türkiye'nin Suriye gündemi ile uyumlu açıklamalar yaptılar. Federalizm olmayacak dendi, Suriye-İsrail anlaşmasının, Şam-SDG anlaşmasının ittirildiği/teşvik ettiği hissettirildi. Türkiye, orta büyüklükte bir müttefikten ziyade -ki bu da çok önemli bir statü- adeta bir büyük güç ya da denge tutucusu olarak muhatap alındı. Hindistan'dan Vietnam'a, Birleşik Krallık'tan Almanya'ya, Fransa'dan Japonya'ya müttefiklerini döve döve sevme(!) alışkanlığına sahip ABD yönetimi için Türkiye'ye/Ankara'ya/Erdoğan'a desteğin bu kadar net gösterilmesinin bilinçli bir tercih olduğu anlaşılıyor. Bu tercih Ankara'nın pazarlık ve hareket gücünü artırdığı için elbette bazı dengeleme adımları yakın gelecekte bölgeden de ABD'den de gelecektir. Ama dengeleme adımlarının Erdoğan-Trump görüşmesinin verdiği mesajın gücünü bozması çok zor. Üstelik Ankara'nın bu tip adımlara hazırlıklı olduğunu da hem Sayın Erdoğan'ın bölgesel gelişmeleri/Filistin Meselesini öne çıkartan açıklamalarından hem de Fidan'ın teknoloji transferi konusundaki imalarından anlıyoruz. Ankara, Washington'da çok iyi karşılanacağını biliyormuş, buna hazırlıklıymış. Gelecek dengeleme adımlarına yönelik karşı dengeleme söylemini içeride ve dışarıda ziyaret öncesi çoktan hazırlamış. Bu açıdan ziyaret bir siyaset başarısı ama muhtemelen Ankara, bu fırsatın "Türkiye bölgede var" deme fırsatının Trump tarafından da bir dengeleme adımı olarak kullanıldığını biliyor. İşin ilginci Sayın Erdoğan'ın BM Genel Kurul konuşması düşünülürse ilginç bir sonuç ortaya çıkıyor. Trump, ABD tek taraflılığının ve "güç en önemli şeydir" deme politikasının eleştirisini uluslararası toplumun gözüne sokan Türkiye'nin duruşunu da desteklemiş oluyor. İşte bazen maliyetten kurtulmak için ABD/Trump yönetiminin yapmayacağı şey yok dediğimiz bir an. Bunu bilmek (maliyet yükseltme kapasitesinin kabul edilmiş olması) Ankara'nın elini güçlendiriyor. Dengelemenin/uyarının hedefi Netanyahu rejimi bakalım bu sıkıştırma ile nasıl baş edebilecek