Neden asgari ücreti şimdi yeterince arttıramayız

GİRİŞ

Geçen yazıda asgari ücret başta olmak üzere mevcut iş kollarında vasıflı ve vasıfsız birçok emekçinin çok düşük maaş ve ücretlere razı gelmek zorunda kaldığını belirtmiştim. Uluslararası kabul gören yöntemlerle asgari ücretin Ağustos 2025 itibariyle 59.900 TL olması gerektiğini, buna bağlı olarak bütün maaşların da 2 – 2,5 kat arttırılması gerektiğini belirtmiştim. Bir örnek olarak da kıdemine bağlı olarak Profesörlerin 250 bin TL ve üstünde bir maaşı hak ettiklerini de eklemiştim. Okuyucularımdan gelen soruların önemli bir kısmı böyle bir asgari ücretin ve buna bağlı olarak bütün işçi maaşlarında gerçekleşecek artışın firmalar tarafından karşılanamayacağı yönündeydi. Buna ben de katılırım. Yani durum şudur: Türk ekonomisinin içinde bulunduğu durum, özellikle emek piyasaları açısından, ciddi bir dengesizlik ve kaos içermektedir. Medeni standartlarda bir ücret skalasının oluşması halinde firmalar bu ücretleri karşılayamayacak; bu durumda ya iflas edecek ya da ücret artışlarını misliyle fiyatlara yansıtacaklardır. Böyle bir durumda hiçbir firma iflas etmek istemeyeceği için sonuç enflasyon olacaktır. Öte yandan mevcut durumda da, Türk emekçisi köle işçilerden daha fazla bir emek sömürüsüne razı gelmek, en vasıfsızı açlık sınırı altında, en vasıflısı da fakirlik sınırının biraz üstünde ücrete mahkûm kalmak zorunda kalacaktır. "Durum neden böyledir" Bu yazıda bu soruyu cevaplamaya çalışacağım. Bu fakirlik tuzağından kurtulmanın çaresi nedir Bu soru çok teferruatlı bir cevabı gerektirir, ama tedaviyi belirleyebilmek için önce hastalığı teşhis etmek gerekir. Haydi başlayalım…

ÜCRETLER VE İŞ GÜCÜ VERİMLİLİĞİ İLİŞKİSİ

Egemen iktisat anlayışı (yani herkesin anlayacağı şekilde liberal ve piyasa ekonomisinden yana bir bakışa sahip iktisat okulları olan Klasik ve Neo-Klasik iktisat anlayışı) emek piyasasını tam rekabet şartlarının hâkim olduğu bir amele piyasası olarak modeller. Belki bu 18'inci yüzyıl şartlarına uygun bir anlatımdır: Çünkü egemen iktisat anlayışının oluştuğu dönem sendikaların olmadığı, toplu sözleşmeler ve uzun dönemli ücret kontratlarının bilinmediği, iş güvencesinin olmadığı, milli eğitim sistemleriyle iş gücünün standart bir eğitime sahip olmadığı, sanayi ekonomisinin yeni palazlandığı ve ekonominin ağırlıklı tarım ekonomisi şeklinde örgütlendiği bir dönemdi. Bu şartlar dâhilinde emek piyasasında oluşan reel ücretlerin işçinin üretkenliği ve verimliliğine bağlı olduğu genel kabul görmüştü. (Bilgilendirici not: Reel ücret işçinin aldığı ücretin enflasyon etkisinden arındırılmış halidir ve işçinin satın alma gücünü gösterir. Bu yazıda ücret deyince reel ücreti kastedeceğiz.) İktisatta iş gücü verimliliğini emeğin "marjinal" ve "ortalama" ürünü kavramlarıyla ifade ederiz. Pekiyi bu emek verimliliğini ne belirler Kabaca iş gücü hacmi (yani piyasada kaç işçi olduğu), iş gücünün donandığı beşeri sermaye miktarı (yani işçilerin sahip olduğu eğitim düzeyi ve üretim deneyimi), üretimde kullanılan sermaye hacmi (yani her iş kolunda işçi başına düşen makine ve teçhizat miktarı) ve teknoloji düzeyi. İş gücü hacmi arttıkça verimlilik düşerken, iş gücünün donandığı beşeri sermaye miktarı, üretimde kullanılan sermaye hacmi ve teknoloji düzeyi arttıkça verimlilik de artar. Liberteryen (Milei ve Trump gibi tam vahşi kapitalizmden yana olanlar) ve liberal (daha ılımlı ama dünyaya iş adamları ve sermaye perspektifinden bakanlar) iktisatçılar bu yüzden düşük ücretleri iş gücü verimliliğinin düşüklüğüne bağlarlar. Bunu ifade ederken de, iş gücünün yeterince eğitimli ve donanımlı olmadığını, az çalışarak çok kazanma peşinde olduğunu, yani işçilerin açgözlü ve tamahkâr ama tembel olduklarını söylerler. Halbuki iş gücü verimliliğini besleyen diğer unsurlara hiç atıf yapmazlar. Günümüz Türk emek piyasası örneğine gelirsek Türk işçisinin tembel olduğu söylenemez çünkü dünyada en fazla saat çalışan emekçiler arasında Türk emekçileri gelmektedir. Tamahkâr oldukları hiç söylenemez çünkü hemen hemen bütün emekçilerin yarısı asgari ücret civarında ücret almaktadır ve bu da açlık sınırının altındadır.

İş gücü verimliliği ile ücret arasındaki ilişki egemen iktisat anlayışındaki iktisatçıların hiç dikkate almadıkları emek piyasası yapısı ile çok kuvvetli bir ilişkidedir. Doğrudur, eğer rekabetçi bir emek piyasası varsa verimlilik arttığında reel ücretler de artar, düştüğünde de düşer. Ancak Türk ekonomisi gibi iş gücü sendikalarının zayıf olduğu, kayıt dışı istihdamın çok yaygın olduğu piyasalarda (iki önceki yazımda bahsettiğim) monopson ve oligopson yapılarının oluşması kaçınılmazdır. Bu durumda ücretler iş gücünün ortalama verimliliğinin çok altında belirlenir. Yani bir işçi bir firmaya ayda 100 bin TL kazandırırken, ancak 30 bin TL maaş almaktadır. Bu tür piyasalarda verimliliği arttırsanız da ücretler aynı miktarda artmaz, patronlar elde edilen verimlilik artışını kendi ceplerine indirirler. Çünkü emekçinin pazarlık gücü yoktur. Öte yandan verimlilik düşerse reel ücretler daha fazla düşer. Kayıt dışı istihdam ise işçi ücretlerinin daha da aşağı çekilmesine yol açar.

Mevcut şartlarda Türkiye'de bırakın iş gücünün pazarlık hakkının yüksek olduğu, rekabetçi bir emek piyasası bile yoktur. Türk emek piyasası işçinin hakkını savunmak için değil, bağlı oldukları siyasi partinin propagandasını yapmak için kurulmuş sarı sendikalardan oluşmuştur. Öte yandan hangi siyasi görüşten olursa olsun, bütün işverenler kuvvetli bir şekilde emekçinin karşısında bir araya gelebilmektedir. Hükümet de, son 40 yılın özetinde, daha çok kendini işveren ve sermayeden yana konumlandırmaktadır. Bütün bu sebeplerden düşük ücretin sebebinin iş gücünün verimsizliği olduğu üzerine kurulan argümanlar en azından günümüz Türkiye'si şartlarında geçersizdir.

KAÇAK GÖÇMENLERİN ÜCRETLERE ETKİSİ

Yukarıda bahsettiğim gerçeklere rağmen, yine de, iş gücünün verimliliği ile ücret arasında uzun dönemli bir ilişki de bulunmaktadır. Burada emek verimliliği ile iş gücü hacminin arasındaki ters yönlü ilişkiden bahsetmek gerekir. Firma başına ne kadar çok iş gücü varsa, iş gücünün verimliliği de o kadar düşer. Normal şartlarda bir ülkenin nüfusu yatırım artışına göre çok yavaş artar. Dolayısıyla zaman içinde artan nüfusu istihdam edecek yeni firmaların kurulması ve mevcut firmaların büyümesi mümkün olur. Ancak bir ülkenin nüfusu 5 – 6 sene içinde yüzde 20 artarsa, bu yeni gelen nüfusu istihdam edecek, besleyecek ve barındıracak bir üretim kapasitesi artışını sağlamak pek mümkün değildir. 2013 – 2020 arasında Türkiye'ye 13 milyon kaçak – sığınmacı girmiştir. Bunlar çok ucuza çalışmaya razı olarak nominal ücretleri düşürürken, gıda fiyatları ve konut kiralarının aşırı artmasına yol açmaktadır. Bu da reel ücretlerin hızla düşmesine yol açar; yani, bu süreç, Türk emekçisinin enflasyon karşısında sürekli gerileyen bir satın alma gücüne mahkûm olması demektir. Bu yüzden iş gücü verimliliğindeki düşüşün birinci sebebi kaçak sığınmacı ve göçmenlerdir.

YETERSİZ SERMAYE BİRİKİMİ VE ÜCRETLER