İstanbul, tarih boyunca sadece bir yerleşim merkezi değil, aynı zamanda medeniyetlerin kalbi olmuştur. Roma'nın Doğu başkenti, Bizans'ın gözbebeği, Osmanlı'nın payitahtı, Türkiye Cumhuriyeti'nin vitrinidir. Ancak bugün İstanbul'un tarihi kimliği, demografik ve fiziksel yüklerle ağırlaşmış durumdadır.
20 milyona yaklaşan nüfusu, karmaşık altyapısı, trafik yoğunluğu, plansız yapılaşması ve riskli konut stokuyla İstanbul artık dayanıklılığın değil; bilakis kırılganlığın adresi haline gelmiştir.
Bugün bu şehrin sokaklarında yürürken sadece geçmişin izlerini değil, geleceğin endişelerini de görebilirsiniz. Bir yanda mimari şaheserler, öte yanda büyük bir sarsıntıda yerle bir olabilecek yüzbinlerce yapı... Ve bu tablo içinde milyonlarca insan.
Rivayet odur ki, damdan düşene hekim tavsiye ettiklerinde, "Bana damdan düşeni bulun," demiş. Olayı bizatihi yaşadığım Çarşamba günü, Silivri açıklarında meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki deprem, işte tam da bu nedenle yalnızca bir doğa olayı değil, aynı zamanda bir uyarı niteliği taşıdı. Bir felaket yaşanmadı belki, ama şehir sakinlerinin zihninde çok daha büyük bir sarsıntıya neden oldu:
"Ya bu bir öncü depremse" sorusu, milyonlarca insanın yüreğinde yankılandı.
DEPREM BİR GERÇEK, HAZIRLIK BİR MECBURİYETTİR!
Deprem bilimciler uzun süredir Marmara Denizi merkezli büyük bir depremin kaçınılmaz olduğunu ifade ediyor. Bu öngörü artık sadece akademik bir uyarı değil; kamusal bir refleks haline gelmelidir. Çünkü İstanbul'un fiziki yapısı, mevcut nüfus yoğunluğu ve altyapısı böyle bir felakete hazır değildir.
Bu noktada sorumluluğu yalnızca kurumlara yüklemek değil; çözümü hep birlikte aramak zorundayız. Çünkü bu şehir yalnızca bir idari sınır değil, ortak bir yaşam alanı, ortak bir kaderdir.
YAPISAL DÖNÜŞÜM, SOSYAL ADALETLE YÜRÜMELİDİR!
İstanbul'daki yapı stokunun önemli bir bölümü 2000 yılı öncesinde inşa edilmiştir. Yani bugünkü deprem yönetmeliklerine göre risk taşımaktadır. Kentsel dönüşüm projeleriyle bu yapıların yenilenmesi elzemdir. Ancak bu dönüşüm, yalnızca fiziksel değil, sosyal ve ekonomik hassasiyetleri de içeren kapsamlı bir planlamayı gerektirir.
Bir mahalleyi dönüştürürken, orada yaşayan insanların yerinden edilmemesi; yeni yapılan konutların yalnızca lüks kesime değil, her gelir grubuna hitap edecek çözümler sunması şarttır. Aksi takdirde şehir içi sosyal eşitsizlik derinleşir, dönüşüm yeni krizlerin kapısını aralar.
NÜFUSU ANADOLU'YA YAYMAK BİR TERCİH DEĞİL, ZORUNLULUKTUR!
İstanbul'un taşıdığı nüfus yükü, deprem riskini katlayan temel unsurlardan biridir. Bu noktada çözüm, insanları zorla göç ettirmek değil; Anadolu'yu yaşanabilir kılmaktır. Ve bu ancak uzun vadeli, stratejik bir planlamayla mümkündür.
Anadolu şehirlerine yönelik kalkınma projeleri, istihdam alanları, sosyal imkanlar ve ulaşım kolaylıklarıyla desteklenen bir nüfus yönlendirme politikası, hem İstanbul'u rahatlatır hem de Türkiye'nin kalkınma dengesini sağlar.
KAMU KURUMLARI VE BÜYÜK ORGANİZASYONLAR YENİ BÖLGELERE TAŞINMALIDIR!
İstanbul'un nüfusunu yalnızca bireylerin göçü değil; kamu ve özel sektör kurumlarının yoğunluğu da artırmaktadır. Bakanlıklar, genel müdürlükler, üniversiteler, büyük şirket merkezleri, medya organları gibi birçok kurumsal yapı hala İstanbul merkezli çalışmaktadır.
Oysa bu yapılar, devlet eliyle ve teşvik mekanizmalarıyla kademeli biçimde Anadolu şehirlerine taşınabilir.
Kamu kurumlarının ve özel sektörün yeni merkezlerini İstanbul dışına kaydırması, yalnızca İstanbul'un yükünü hafifletmekle kalmaz; aynı zamanda ülkenin diğer bölgelerinin kalkınmasına da ciddi katkı sağlar.
TEŞVİK POLİTİKALARIYLA YENİ CAZİBE MERKEZLERİ OLUŞTURULMALIDIR!
Vergi muafiyetleri, kira destekleri, altyapı sübvansiyonları gibi mekanizmalarla büyük şirketlerin ve yatırımcıların İstanbul dışındaki şehirlere yönelmesi teşvik edilmelidir. Bu şehirler sanayi, eğitim, sağlık, teknoloji ve kültür alanlarında geliştirilerek kendi başlarına çekim merkezleri haline getirilebilir.