Tarih, sadece geçmişte kalmış olayların kronolojisi değildir. Aynı zamanda bugünü anlamak ve yarını inşa etmek için elimizdeki en güvenilir pusuladır. Zamanın üzerine düşen bir gölge gibidir tarih; şekil değiştirir ama özünü korur. Kimi zaman modern bir sunumla, kimi zaman nostaljik bir söylemle yeniden karşımıza çıkar.
Bugün hala bir kesimin damarlarında dolaşan, kökleri geçmişte ama gözleri ve kalbi sürekli dışarıda olan bir zihniyetten söz etmek istiyorum. Batılı olmak adına yerli olandan utanmak, çağdaş görünmek adına kendi geçmişine düşman kesilmek...
Bir zamanlar bir grup Osmanlı aydını (!), Batı'nın cazibesine kapılıp kendi köklerinden hızla uzaklaştı. Kendilerine "Genç Türkler" dediler; Batı'nın salonlarında ise "Jön Türk" olarak anıldılar. Aralarında idealist olanlar da vardı elbette. Ancak idealizm, eğer iradesini dışarıdan ithal ederek kullanıyorsa, er ya da geç bir taşeronluğa dönüşür. Ve öyle de oldu.
Devleti "modernleştirmek" adına milleti anlamaktan vazgeçtiler. Yapılan her reform hamlesi, yerli olanın tasfiyesiyle sonuçlandı. Bu zihniyetin ne denli akıl dışı bir hal alabildiğini gösteren en çarpıcı örneklerden biri, 1909 yılında yaşandı. İstanbul'a gelen İngiliz heyetini karşılamak için Sirkeci Garı'nda tarihe utançla yazılan bir sahne sergilendi: İngiliz büyükelçisini taşıyan at arabasındaki atlar salıverilerek onların yerine Jön Türkler geçti. İngilizleri omuzlarında taşıyarak Tarlabaşı'ndaki büyükelçiliğe kadar bu şekilde yürüdüler. Batı hayranlığı öyle bir cinnete dönüşmüştü ki, bu toprakların evlatları, bir başka milletin arabasını, büyükelçisini sırtlanmakta beis görmedi. Bu sadece bir karşılama değil; aynı zamanda bir zihniyetin onurunun ayaklar altına alışının belgesiydi.
Bugün bazı çevrelerde hala aynı zihinsel tortular dolaşıyor. Bu zümre için gelişmişlik, sadece Batı'ya benzeyebilmekle ölçülüyor. Özgürlük, yalnızca kendi ideolojik çevreleri için talep ediliyor. Demokrasi, ancak sonuçları işlerine gelirse savunuluyor. Halkla bağ kurmak yerine, halka rağmen bir siyasal mühendislik yürütülüyor. Sırtlarında takım elbise, dillerinde "evrensel değerler", gözlerinde ise kendi halkına duydukları derin bir mesafe...Milletin değerlerine karşı dinmeyen konjenital bir nefret!
Milletin inancı, kültürü, yaşam biçimi bu zihniyete göre "geri" ve "ilkel" sayılıyor. Oysa bu halk, yüzyıllardır bir medeniyetin taşıyıcısı olmuş; yalnızca bir coğrafyada değil, bir fikirde, bir ahlakta, bir hikayede birleşmiş. Ama bu hikayeye kulak vermek yerine, onu "düzeltmek" ve "dönüştürmek" bir marifet gibi sunuluyor.
Bu zihniyetin bir diğer belirgin özelliği de, kriz anlarında içeriden değil, dışarıdan medet umması. Ne zaman işler sarpa sararsa, çözüm hep dış raporlarda, dış fonlarda, dış baskılarda aranıyor. Kendi milletine güvenmeyen bu anlayış, çare olarak daima başka ülkeleri örnek gösterir. Fakat gösterilen örnekler, bu toprakların değerleriyle asla örtüşmezler.
Daha da acı olanı, bu zihniyetin geçmişte yaşadığı büyük kırılmaları hiç sorgulamadan tekrarlaması. Oysa her tarihi kopuş bir ders olmalıydı. Kendi öz değerleriyle bağını koparan her toplumun nasıl büyük buhranlara sürüklendiğini defalarca gördük. Modernleşme adına yapılan her dışa bağımlı adım, özgürlük değil; kaos, çatışma ve kırılma getirdi.
Bu kırılmaların en dramatik olanı ise, II. Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesidir. Onu yalnızca bir padişah olarak görmek, yapılan hatayı anlamaya yetmez. O, bu milletin geleceğini gören, denge siyasetiyle devleti parçalanmaktan korumaya çalışan; sağlıktan eğitime, tarımdan sanayiye birçok alanda atılım gerçekleştirmiş bir liderdi.
Ne var ki, onu anlayacak feraset o dönemde yoktu. Karşısına fikirle değil, iftira ile; projeyle değil, propaganda ile çıktılar. "Hürriyet" dediler, istikrarsızlık getirdiler. "Meşrutiyet" dediler, devleti hizip çatışmalarına boğdular. Ve sonunda, alkışlarla tahttan indirilen Abdülhamid'in ardından, imparatorluk hızla çözüldü. Balkanlar elden çıktı. Arap toprakları birer birer koptu. Ve koca bir imparatorluk, parçalanarak tarihe karıştı. O devrilme, sadece bir tahtın değil; bir medeniyet aklının, bir devlet tecrübesinin çöküşüydü.