Dış politikamızı kavramlara hapsetmeyelim

Yıllar boyunca Türkiye'nin Batılı mı, Doğulu mu olduğunu tartıştık durduk. Asyalı olmanın geri kalmışlıkla, Avrupalı olmanın ise çağdaşlıkla eş anlamlı olduğu ilkokul sıralarından başlayarak hepimize anlatıldı. Doğrudan ya da subliminal mesajlarla Türkiye'nin dünyadaki yeri, yani dış politikada nasıl davranması gerektiği bizlere öğretildi. Soğuk Savaş yılları boyunca Türkiye'ye biçilen "Batı'nın ileri karakolu" rolünün, 1990'lardan itibaren "Avrupa'nın dış kapısının bekçisi" rolüne dönüştüğünü gözlemledik. Ortalama vatandaşlar olarak bizler dünya gelişmelerini neredeyse bir western filmi izler gibi izlemeye teşvik edildik. Etrafta olup bitenlere bakarken, neyi, ne şekilde düşünmemiz gerektiği bazen yabancı düşünce üretim merkezleri üzerinden, bazen uluslararası kurumların raporları yoluyla bizlere aktarıldı. Kovboyların dost, Kızılderililerin düşman olduklarını ve filmin sonunda kovboyların mutlaka kazanacaklarını dinledik durduk. Tarafsız kalanın, bertaraf olacağını, nasılsa kazanacak olan ve zaten "haklı" olan tarafla birlikte hareket etmemiz gerektiği bilinçaltımıza işlendi. Birçok başka alanda olduğu gibi, dış politikaya dair kavramlarımızın çoğu da başkaları tarafından üretilip, kullanımımıza sunuldu. Mesela son 10 yılın meşhur "eksen kayması" münazarasına bir bakın. Türkiye'nin Batı'nın ekseninden, "bilinmedik ufuklara savrulduğu" önermesinden yola çıkılarak, "Yeni Osmanlıcılık" denilen "garabetten" kurtulması gerektiğine dair nutuklar dinledik durduk. Çok azımız, "Türkiye'nin ekseni neydi ki, ne oldu" diye sordu. Çok azımız, "Türkiye hiçbir zaman körü körüne Batıcı olmadı ki, şimdi ekseni kaymış olsun" dedi. "Çok azımız, "Yeni Osmanlıcılık kavramını üreten ve bize dayatan, ardından da bizi bu kavram üzerinden dövmeye kalkan sizsiniz" dedi. Türkiye yakın geçmişte, dış politikada dünyanın gerçeklerinden uzak, uluslararası ilişkilerin kurallarına aykırı ve ancak akademik beyin jimnastiği sayılabilecek kavramların esiri olmanın nelere mal olduğunu acı bir şekilde tecrübe etti. Kerameti kendinden menkul 'harikulade' reçeteler, Türkiye'nin dış politikada elini kolunu bağladı. Ankara, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra dış ve güvenlik politikalarında Türkiye'yi planlı şekilde batağa saplayan ihanet şebekesini süratle temizlemeye girişti. Bu temizlik yapıldıkça, Türkiye'ye yıllarca vakit kaybettiren manasız tartışmalar da geride bırakıldı. Söylem değil icraat öne çıkarıldı. Fırat Kalkanından, Bahar Pınarına, Libya Anlaşmasından, Mavi Vatan Konseptine ve Karabağ'a kadar Türkiye dış ve güvenlik politika üreticilerinin uyumlu çalışmaları durumunda nasıl büyük başarı hikâyeleri yazabileceklerinin örneklerini verdi. Küresel ve bölgesel gelişmeler Türkiye'nin bazı ülkelerle ilişkilerindeki gerilimlerin azaltılmasını kolaylaştırırken, bazı ülkelerle de sorunların derinleşmesine yol açtı. İsrail'in Arap ülkeleriyle İbrahim anlaşmalarını imzalaması -önceki dönemlerde olduğu gibi-Ankara-Tel Aviv hattında diplomatik ilişkilerin seviyesinin yükseltilmesinin ateşleyicisi oldu. Türkiye'nin koruma şemsiyesi sağladığı Katar ile Suudi Arabistan ve BAE arasındaki buzların erimesi, Ankara'nın da bu ülkelerle yeni bir diyalog süreci başlatmasının kapılarını araladı. Yunanistan-GKRY ikilisinin Doğu Akdeniz'de kurmaya çalıştığı düzenin yıkılması için Mısır'la üst düzey diplomatik temaslar başlatıldı. Karabağ'ın işgalden azat edilmesini müteakip, Ankara-Bakü arasındaki sarsılmaz güven ilişkisinin bir ürünü olarak, Türkiye Ermenistan ile özel temsilciler üzerinden diyaloğa girişti. Aynı dönemde Türkiye, ABD, Rusya, Almanya ve İngiltere