Tohumu olmayan hiçbir şey olamaz (1)

Gazetede yayımlanmayan epeyce eski bir yazıyı, affınıza sığınarak huzurunuza getiriyorum. Bu gecikmede yazının hiçbir suçu yok, kabahat benim. Evet, tohumu olmayan hiçbir şey var olamaz, var olamaz! Tohumu olduğu için bu ihtiyar ölmedi, zamana dayandı!

Bugünkü yozlaşmanın tohumları, Demokrat Parti'nin Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü tarafından kurulmasıyla birlikte ekilmiştir. 14 Mayıs 1950 ise yalnızca Demokrat Parti muhalefetinin değil, aynı zamanda "karşıdevrim"in de iktidara geçişidir. Cumhuriyet Halk Partisi'nin tek parti yönetiminden İkinci Dünya Savaşı sırasında iyice bunalan halk, Demokrat Parti'yi çok somut, çok acil gereksinim ve amaçları için desteklemişti: Demokrasi, özgürlük, eşitlik, toplumsal ve ekonomik gelişme, çağdaş yaşam... Halk, tek parti yönetiminin, insan haklarına dayalı çağdaş demokrasiye dönüşmesini istiyordu. Halk, bu nedenle, muhalefeti döneminde ve 1950 seçimleri öncesinde bir tür sol politik söylem kullanan Demokrat Parti'nin peşinden gitti; 1946 seçimlerinde Arslanköy (Mersin) olaylarında görüldüğü gibi oy sandığını canı pahasına savundu. 14 Mayıs 1950 günü Demokrat Parti'yi iktidara getiren halk, ezanı Türkçeden Arapçaya çevirsin, imam hatip okullarını açsın, öğretim birliğini (yasasını) bozsun, Cumhuriyet devrimlerinin temellerini dinamitlesin diye bu partiye oy vermemişti; tam tersine çağdaş Cumhuriyet, çağdaş demokrasi, insan hakları, toplumsal refah için oy vermişti. Ama Demokrat Parti, kendisini iktidara getiren halka 15 gün içinde ihanet etmeye başladı. Bu ihanet, politik yelpazenin ortasının sağında yer aldığı ileri sürülen partiler (Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi) marifetiyle sürdürülmüştür. Bu partiler, evrensel anlamda merkez ve merkez sağ partiler gibi, gerçekten demokrat ve liberal partiler olmamışlar, olamamışlar ancak bu sıfatları, aşırı sağı besleyen ideolojiyi gizlemek için kullanmışlardır. Bu partiler için demokrasi "çoğunluğun diktatoryası", kapitalizm "vahşi kapitalizm", liberalizm ise "vurgun ve kapkaç düzeni" olarak anlaşılmıştır. Son aylarda yılan hikâyesine dönüşen özelleştirmenin, yani KİT'lerin özelleştirilmesinin geçmişi Demokrat Parti'nin 1946 parti programına dayanır: "İktisadi Devlet Teşekkülleri'nin (KİT'lerin eski adı) özel teşebbüse devri." "KİT'ler özelleştirilsin mi, yoksa yeniden düzenlensin mi" sorusu geride kaldığı için, biz şöyle bir soru sorma hak ve özgürlüğüne sahibiz: "Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi KİT'leri tek başlarına özelleştirebilecek milletvekili çoğunluğuna sahip olmalarına karşın bu işlemi neden gerçekleştirmemişlerdir"

Merkez sağ partilerin yıktığı laik ve eğitim-öğretim birliğine dayalı eğitim düzeninin tarihi gözden geçirilmeden bugünkü yozlaşmanın gerçek boyutları anlaşılamaz. Bu yozlaşma Haziran 1950'de başlamıştır ancak cumhuriyetçi, demokrat ve aydınlanmacı öğretmen kadroları karşısında başlangıçta başarılı olamamış; bu kadroların emekli olmaları, kimilerinin meslekten uzaklaştırılmaları sayesinde, 1960'ların ortalarından itibaren alabildiğine hızlanmıştır.

Bu yozlaşmada basının, özellikle büyük gazetelerin olumsuz payını unutmamak gerekir. Bir soru: Halktan somut bir istek gelmemesine karşın, Kuran'ı hangi gazete promosyon olarak okurlarına vermiş, bu gazeteyi hangi gazeteler izlemiştir ve bu "din sömürüsü" kaç yıl sürmüştür Bir başka soru: dünyanın en modern binalarına, dünyanın en modern basım olanaklarına sahip olan yazılı basının mesleki yozlaşması hangi düzeydedir

13 Ekim 1994 tarihli Fransız gazetelerinde, iletişim eski bakanlarından Alain Carignon'un (aynı zamanda Grenoble kenti belediye başkanı) "pasif rüşvet" suçlamasıyla tutuklandığını okuyoruz. Bu arada İtalya'daki "temiz eller operasyonu"nu anımsayabiliriz. Demek ki yozlaşma bağlamında Türkiye yalnız değil.