Biraz önce en küçük kardeşim Bülent telefon etti. Benden 18-19 yıl daha küçüktür. Onun içtenlikli sesi bana yıllardır yazmaya karar veremediğim bir yazıyı yazma cesareti verdi.
Bülent'in doğumuyla beş kardeş olmuştuk. Babam sonunda çocuk sayısının yeterli olduğunu düşünmüş olmalı ki adını Durmuş koymak istiyordu. Olmaz dedim, o yıllarda Galatasaray'ın sağ hafı (4 numara) olan büyük futbolcu, büyük adam Bülent'in (Bülent Eken) adını vermesini istiyordum. Babam babasının adının Durmuş olduğunu sanıyordu. Oysa nüfustaki adı Taman idi ("Taman" Hıristiyanlıktan dönmelere verilen bir addır.) Mersinli ya da ukurovalı değildi. Bir gün gelip avuşlu adlı Mersin'e en yakın köyde Musta (Mustafa) Bey'e sığınmıştı. Bizim ailenin ya da obanın adı akır ya da akırlı idi. Ailenin bilinen atasının adı da Nasreddin akır idi, Musul Atabeyi Nureddin Zengi'nin yanında vezir gibi bir şeydi. Bu bilgiyi bana nenemin küçük kardeşi, babaannemin dayı oğlu Emin akıroğlu aktardı. Bu bilgiye göre yerel Arapların şikâyeti üzerine, Osmanlı obayı üçe bölerek Anadolu'ya sürgün etmiş: Karadeniz'e, Aydın'a ve Mersin'e sürmüş. Duyduğuma göre Karadenizli akırlar bu menkıbeyi kabul ediyormuş ama Aydın'dakiler bu ilişkiyi kabul etmemişler. Bunun üzerine kendilerine sorulmuş: "Adnan Menderes'ten kalan çiftliğinizin adı neden akırbeyli çiftliği"
Soyadı yasası çıkınca mahkeme başkâtibi olan büyük amcam "İnce" lakaplı İnce Mehmet (Yaşar Kemal'in İnce Memed'i değil) husumet yüzünden "İnce" soyadını tercih etmiş. Bunları şu kara günlerde biraz eğlenesiniz diye yazıyorum.
Babamın babası olan dedemin adının Durmuş değil de nüfus kaydına göre Taman olduğunu yazmış mıydım İşte bu Taman, avuşlu köyüne gelip Musta (Mustafa) Bey'e sığınıp seyis oluyor. Veee günlerden bir gün değerli ve güzel kızı "akır'ın kızı Fatma" bu Taman'ı göstererek "Bu oğlanı bana al baba" diyor ve Taman, akır ya da akıroğlu ailesine damat ve Mehmet, Ayşe, Emine Dudu, Kevser, babam Ahmet ve İzzet adlı altı çocuğa anne oluyor.
Damat Taman seyislik yapamayacağına göre kayınpeder Musta Bey herife Mersin'de bugün Yoğurt Pazarı diye bilinen yerde bir han açıyor.
Anlatacağım olayın içine oturacağı menkıbe budur. Düşmez kalkmaz bir Allah derler ya... Bu şanlı ailenin küçük torunu, 418665 nolu İhtiyarlık Sigortalı, Tekdiş lakaplı olup ukurova Sanayi İşletmesi'nin Mersin Pavlikesi'nde (yani fabrikasında) yaz işçiliği yapan Özdemir 12 saatlik 02-14 vardiyasından dönmüş uyku-uyanıklık arasında, annesi Güccük gelinin, "Noter" lakaplı Ahmet'e, hamile kalmadan önce sorması gereken soruyu soruyor: "Senin başına bir şey gelirse bizim halimiz ne olur" Babam olacak herifin cevabı hazır: "Abileri var ya!" Kendi cinsel kaygısızlığının hesabını zavallı Tekdiş Özdemir'e ciro ediyor: Kendinden sonra anne Güccük gelinden ve 5 çocuktan (Fatma, Güler, Havva ve Bülent) sorumlu olan da ağabeyleri 16-17 yaşındaki Özdemir. Baba mı, düşman mı belli değil!
Özdemir şiir de yazmaya başlamış. Oturdukları "ev" 20 metre kadar bir oda. 7 kişiye bir oda. Odada elektrik yok. 5 numara gaz lambası var. Masa yok, sandalye yok. İki tahta karyola. Bir sandık. Sandığın üzerinde yataklar ve yorganlar ve yerde desenli keçi çulu. İçme suyu cerre (testi) ile sokak çeşmesinden getiriliyor. Avluda bir kuyu. Üç aileye bir abdesthane kuyunun üç metre uzağında.
Evde nasıl ders çalıştığıma dair somut bir anı ya da görüntü yok kafamda. İlk ve ortaokulda iyi bir öğrenciydim. Lise birde çiftledim. İkiyi doğrudan geçip lise sonda Fransızcadan iki yıl gezdim.
Babamın dayı oğlu ve bu yakınlarda vefat eden halam kızı Feriha ablamın eşi Emin akıroğlu o yıl kaderime el koyup beni Ankara'ya çağırdı ve Gazi Eğitim Enstitüsü'nün kütüphanesinde hademe kadrosuyla bir işe yerleştirdi. Ve ben kurtuldum!
Kütüphanede çalışıyordum ve GEE'de üç dört kişilik müstahdem odasında uyuyordum, yemekhanesinde yemek yiyordum, yılda bir kez bir ceketlik ya da pantalonluk kumaş veriyorlardı ve zengin kitaplı bir kütüphanede çalışıyordum. Aldığım maaşla üstümü başımı düzdüm. Ankara Hukuk Fakültesi'ne yazıldım ve bütün ders kitaplarını satın aldım.