Yakası beyaz, ruhu uşak

Dindarlardan rahatsızdır. Sabah akşam Türkiye'yi yerin dibine sokar. Türk ve Müslüman kimliğinden utandığını her fırsatta belli eder. Yurtdışına yerleşmek tek hayalidir. Tüketim ve marka fetişizmi üzerinden statü elde etmeye çalışır. Yurtdışı tatilleri için ölüp bitmekte, Ege adalarından Yunan bayraklı paylaşımlar için yanıp tutuşmaktadır. Sosyal kimliğini Instagram üzerinden inşa eder. Araya üç-beş İngilizce kelimeyi sokuşturunca kendisini üstün görür. Çocuğuna Türk ismi yerine kedi-köpek ismi koyar.

Başörtülülere düşmanlık yapar. Milliyetçilerle dalga geçer. Diploması çok ama cehaleti boldur. Batılılara uşak, milletine efendi olası çoktur. Kıblesi Batı, yoldaşı banka hesabıdır. Üç-beş tane influencer tarafından koyun gibi güdülür. Bir gece Dubai çikolatası kuyruğuna sokulur diğer gece kafasından aşağı buz kovası döktürülür. Bunu yapınca da pek "cool"dur. Hep yalnız, hep mutsuz, hep komplekslidir. Şu güya "yüksek eğitimli", ezik beyaz-yakalı profili biz yeterince tartışmıyoruz.

Son günlerde Türkiyenin en büyük holdinglerinden birinin CEO'sunun Ramazan mesajı paylaşan şirket yöneticisine tüm çalışanlarının gözü önünde nefret kusmasını tartışıyoruz. Bu nefret elbette dine değil, İslamiyete duyulan bir nefret. Annesinin, dedesinin dinine, kimliğine olan bir nefret. Bu öz-nefretin izlerini Batı ile kurulan uşaklık ilişkisinde, Türkiye'nin büyük sermayesinin ve beyaz yakalılarının ruhlarının Batı kültürel hegemonyası altında ezilmesinde aramak lazım...

1800'lerin sonlarından itibaren başlayıp Cumhuriyet döneminde de devam eden Türk edebiyatı çizgisine bilhassa da romanlara bakıldığında çok temel bir meselenin genelde konu olarak işlendiği görülür. O da Batılılaşma meselesidir. Modernleşme değil, Batılılaşma. Kültür, davranış, yaşam tarzı, duygu ve değer dünyası olarak Batılı gibi olma... Türk gibi Müslüman gibi olmamaya, görünmemeye, davranmamaya başlama... Alaturka olmayı utanılacak, alafranga olmayı gururlanacak bir şeymiş gibi görme...

Yine bu edebiyat eserlerinde de görüleceği üzere kendi milletini gayrı-medeni görüp adeta medenileşmesi gereken bir yığınmış gibi telakki edip dönüştürmeye çalışan bir Batıcı zümre de bu Batılılaştırma sürecinde rol almaktadır. Kimi zaman bu karakterler öğretmenler, kimi zaman doktorlar kimi zaman subaylar bazen de yazarlar, sanatçılar ve gazeteciler olarak karşımıza çıkar ve bir nevi Batıcı aydın-millet çelişkisi olarak görülen bu mesele elbette bir kültürel hegemonya meselesidir. Ama öyle zannedildiği gibi bilgiye, yeteneğe, bilime dayanan bir hegemonya değil; tek kerameti Batı'nın üstünlüğüne iman edip bu inancı bir misyoner gibi yaymaya ve daha da ötesi kendi ülkesinde kendi halkına dönüp Tutsi Kabilesi ile konuşan bir Fransız sömürge askeri gibi konuşmaya, akıl vermeye, kendini onlara gönderilmiş bir lütuf gibi zannetmeye dayalı kof bir hegemonya.