Türkiye'de demografik dönüşüm
Türkiye'nin nüfus artış hızındaki yavaşlamaya dair tartışmalar yine bir süredir alevlendi. Bu tartışmaların içeriği de dili de tartışılan konunun kendisi kadar sorun ihtiva ediyor.
Doğurganlık hızının 1.5'e düşmesi ilk defa denk geldiğimiz bir sonuç. Tüm dünyada doğurganlık hızı için 2.1'lik bir ideal oran belirlendiği, toplumların kendisini yenilemesi için bu oranın asgari düzeyde tutturulması gerektiği söylenir. Meselenin sosyolojik bir çerçeveden ele alınmadan tartışılması bir yandan birtakım kolaycı çıkarsamalara kapı aralarken öte yandan da cinsiyetçikadın düşmanı yorumlara veya konuyu sadece tek bir boyuttan açıklamaya çalışanlara denk gelmemizi beraberinde getiriyor.
Kolaycı yorumların başında da Türkiye'de azalan doğurganlık oranını hemen çabukça son yıllarda yaşanan hayat pahalılığına bağlayıp işin içinden sıyrılmak geliyor. Elbette hayat pahalılığının bir etkisi olduğu düşünülebilir ama o zaman şunu sormak gerekiyor: Düşük gelir gruplarına mensup ailelerdeki çocuk sayısı mı daha yüksek, yoksa yüksek gelir gruplarına mensup ailelerde mi Cevap, tabii ki düşük gelir gruplarına mensup aileler.
Dahası sorulması gereken bir soru da şu: Diyelim son yıllarda haya pahalılığı var ve bu çocuk sayısının artışı etkiliyor; peki, o zaman hayat pahalılığının olmadığı, Türkiye'nin alım gücü bakımından altın bir dönem yaşadığı 2000'lerin sonunda ve 2010'lu yıllarda doğurganlık hızı düşmüyor muydu Elbette düşüyordu. Demek ki meseleyi sosyolojik bir çerçeveden ele almak gerekiyor.
Öncelikle doğurganlık hızının düşüşünün tüm dünyada yaşanmış bir süreç olduğunu ve bunun doğrudan modernleşme süreçleriyle ilgisi olduğunu bilmek gerekiyor. Modernleşmenin bilhassa sanayileşme ve kentleşme dinamiklerinin geniş aileden çekirdek aileye dönüşümü, bireyleşmeyi ve kadın istihdamını ortaya çıkarması burada önem taşıyor. Zaten bu durum bugün bile TÜİK verilerindeki kentsel doğurganlık hızı ile kırsal doğurganlık hızı arasındaki büyük farkta da görülüyor.
Yalnız mesela Batı'nın modernleşmesanayileşme süreçlerinde 150 yıldan fazla bir sürede yaşadığı bu demografik dönüşümü Türkiye'nin 30-40 yılda yaşaması özellikle dikkat çekiyor. Bunda kuşkusuz bu modernleşme süreçlerinin daha geç ama daha çabuk yaşanmasının etkisi bulunuyor.
Özellikle kadının çalışma hayatına katılması bu konuda kilit rol oynuyor. Çalışma hayatına katılan, kamusal bir aktör haline gelen kadının bu kamusal hayattan doğum ve bebek bakımı vesilesiyle kopmasının toplumsal bir maliyeti bulunduğu düşünüldüğünden doğurganlık hızını düşürecek bir etkene dönüşebiliyor. Bu noktada kuşkusuz kreş ve çocuk bakım konusu, annelik izinlerinin de geliştirilmesi konusu gündeme geliyor. Buradan kalkarak kadının çalışma hayatına katılımına karşı çıkmak ise cinsiyetçi bir saçmalıktan başka bir anlama gelmiyor. Önemli olan çalışma hayatından kopmadan kadınlar için anneliği mümkün kılmak.