Post-Aşk Çağı

Bir süredir Türkiye'de düşen nüfus artışını, doğurganlık ve evlilik tartışıyoruz. Bu tartışmalarda meselenin ekonomik boyutları ön plana çıkarılırken, esas meselenin bu olmadığını, asıl meselenin sosyolojik dinamiklerinin daha belirleyici olduğunu daha önce bu köşede tartışmıştım.

Bugün ise aslında diğer sosyolojik boyutların dışında hiç gündeme gelmeyen ve belki de en önemli boyutu teşkil eden konuyu mercek altına almaya başlayacağım.

Aşırı bireyci, kadim geleneksek bağların deforme olduğu, tüketim ve anlık haz merkezli bu dönemin sadece evliliği değil; sevgililik ve hatta arkadaşlık gibi ilişkileri de önce araçsallaştırıp sonra da yok olma noktasına getirdiği bir yalnızlık ve güvensizlik çağında yaşıyoruz. Yani öylesine bir sosyolojik krizle karşı karşıyayız ki sorun evlilik kurumundan çok daha derin. Aşkın, arkadaşlığın, bağ kurmanın yok olduğu bir kriz çağında yaşıyoruz.

Günümüz modern toplumlarındaki bireysel rekabetçiliğe dayanan hayat sadece çalışma hayatındaki güven ve dayanışma duygusunu yok etmiyor. Özel hayatı, duygusal alanı, sosyal medya kullanımını sürekli bir performans alanına çeviren bu rekabetçilik bir yandan mücadele hissini duygusal ve özel alana taşırken diğer yandan da dayanışma, güven ve karşılıklılık gibi insanın en temel duygusal ihtiyaçlarını da insan olma halini de yıpratıyor.

Sürekli olarak sosyal medyada ve kamusal alanda kendisini nesneleştirerek var olabilen; teşhir ettikçe, dikkat çektikçe nefes alabilen insanlar ortaya çıkıyor ama bir yandan da duygular bir zaafmış gibi algılanıyor. Güçlü olmak vaaz edildikçe güçlü olmanın insani özelliklerden soyutlanmak olduğu anlatılıyor ve bu bir ön kabul halini alıyor.

Günümüz bireyinin ilişkilerle kurduğu bağ, özne olarak kendi tasarımını, güvenlik algısını tehdit eden her şeyden kaçınmaya yönelik hale geliyor. Duygusal bağ kurmak artık riskli, zaman alıcı ve karşılıksız bir emek gibi anlaşılıyor.

Aile ve ilişkiler artık bireyler için bir güvenlik kaynağı değil; riskin ve belirsizliğin yoğunlaştığı alanlar gibi görülüyor... Bu da bireyleri duygusal yatırımdan, duygusal emekten kaçınmaya itiyor..

Byung Chul-Han bireyin dijitalleşen neoliberal toplumda "şeffaflık zorunluluğu" ve "performans baskısı" altında sürekli bir kendini teşhir ve optimize etme hali yaşadığını, bu durumun ilişkilerde samimiyetin ve mahremiyetin altını oyduğunu söylüyor. Yani sürekli olarak başarıya zorlanan birey, bir başkasıyla sahici bir bağ kurmak yerine, narsistik bir yankı evreninde kendisiyle meşgul ve hatta kendisine mahkum kalıyor.

Aşkın artık en doğal bir insani his, şiirler yazdıran bir sevda yerine bir "mutluluk projesi"ne dönüşmüş olması, başarısızlık durumunda bireyde suçluluk ve yetersizlik duygusu yaratıyor. Bu da bireyleri aşk ilişkilerinden kaçınmaya, duygusal yatırımlardan uzak durmaya itiyor. Yani insanlar en temel ihtiyaçları olan aşkı arıyor ama bir yandan da onu imkansızlaştırıyor.